28 Mart 2010

BİLİNMEYEN
Güven ve sevgi yoksunu biri o.Pek çok insana güvenip sayısız defa yanılmış.Bu yüzdendir belki de çeşit çeşit maskeler arkasına sığınmaya çalışması.Yalnızlık denen acıyı defalarca tatmış ve artık mutluluklara yelken açmak istiyor. Kalbinde düğüm olmuş bir sır var,o kadar uzun zaman olmuş ki kalbini açmayalı bu sır bile yosun tutmuş.Farklı insanlarla geçirdiği değersiz zamanları anlamlandırmaya çalışıyor yalnızlık denen dipsiz kuyuya batmamak için.Üç beş kelimelik aktarımlardan veya kazanımlardan öteye gidemiyor hiçbir zaman,genellikle de yerinde sayıyor.Ama o sürekli bir devinim içinde olduğunu söyleyerek kendisini kandırmaya çalışıyor.Bir yere sıkışıp kalmak istemediğini söylese de kendi çizdiği bir tablonun çerçevesini bile aşamıyor düşünceleri.Sevdiği insanlara sırt çevirmekte buluyor çareyi.Evdeki bulgurdan olacağını bilse de pirinç peşinde koşmaktan alamıyor kendini. Canı sıkıldığında kitapların gizemli dünyasına dalıyor;ama sıkılmaya bile vakti yok onun.Hep dertlerle boğuşuyor zihni,dert bulamadığı zaman da kurgulamaya başlıyor.Düşünecek zamanı olmaması için elinden geleni yapıyor,kendini yapmak zorunda olmadığı işler için seferber ediyor. Güçlü görünmeye çalışıyor,aslında o en korkak insandan daha korkak.Gecelerce ağlamak istiyor;ama buna hakkı olmadığını düşündüğünden içine atıyor tüm acılarını.Zaaflarını göstermek istemiyor daha fazla hırpalanmamak için.Diğerlerinden üstün görünmeye çalışsa da onlar gibi bir insan o da. Büyüttükleri tüm idoller gibi geçici bir hevesin peşinde koşuyor.İstediklerini elde edemediğinden yakınsa da onun asıl amacı istediklerini elde etmek değil,istemediklerinden kaçınmak.Kabullenemiyor erken gelen yenilgiyi ve zafer saymıyor kolay elde edileni. Bir kızı seviyor ölesiye.Bu derde düşmeden önce konuşmadığı insanlara anlatıyor derdini,tek amacı bir şeyler öğrenmek.İnsanların hiçbir değeri yok onun gözünde.Herkes birer dublör kalıyor onun için hayat sahnesinde.Dünyanın çevresinde döndüğünü düşünüyor ve küçük masallarla kandırıyor kendini.Kız,onun bu huylarını bilse de kırmak istemiyor onu. Görünmez perdeler arkasına saklanıp koşuyor,tek amacı uzaklaşmak gerçeklerden.Sevda acısıyla yaşamayı da öğreniyor zamanla.Bencil sebepler ardında yitip gitmek istemiyor,istemediği bir amaç uğruna yaşıyor ve ilerleyen zamana dur diyemiyor.Çok konuştuğunu sansa da hep susuyor.Konuştuklarında hep aynı çelişkiyi barındırıyor. Nereye gittiğini bildiğini söylese de,elleri ceplerinde o hep bilinmeyene yürüyor.Ümidini kaybetmiş;ama hâlâ gözlerinin içi gülüyor.
TELEFON KULÜBESİ
Eski telefon kabininden sesler yükseliyor.Kim bilir kimedir bu telefon?Israrlı bir insan olmalı arayan.Maalesef cevaplamadan kim olduğu. Telefon kulübesi yanında geçen gece yağan yağmurdan sonra verniği kalkmış ve üzeri güvercin pislikleriyle sıvanmış bir bank...Bankın yanında bir çöp kovası.Çöp kovasının içinde kontör kartları ve birkaç fatura koçanı.Kız koşarak geliyor elinde çantası ve aklında sevgilisinden gelen mesajı.Üzerindeki okul üniforması dışarı çıkınca bir parti kıyafetine dönüşmüş.Buğday rengi saçları omzuna dökülüyor.Bir an durup oturuyor banka,her şey anlık ve acele onun hayatında.Cep telefonunu çıkarıp kulaklığını takıyor.Birkaç gün önce parlayan bir pop şarkıcısının birkaç gün içerisinde unutulacak bir şarkısını dinlemeye başlıyor.Sevgilisine bir mesaj atıyor hızla.Hayatını gelen iletilerle sürdürebiliyor ancak,onlar da olmasa yanacak. Telefon ısrarla devam ediyor çalmaya;ama kimse cevaplamıyor.Telefon kulübesinin karşısında eski bir bina...Sıvalarını dökmüş yıllardır süregelen acılar ve her bir köşesine sinmiş hatıralar.Evin içinde 80'li yıllardan kalma bir koltuk...Çiçekli döşemesinde yer yer çay veye kahve izleri...Koltuğun üzerinde bedeni ne kadar genç olursa olsun zihni asırlık köhneleşmiş düşüncelerle dolu biri.Yeniliklere yenik düşmüş bitap bedeni.Koltuğun yanındaki sedef kakmalı ceviz sehpanın üzerinde bir manyetefon.Tıpkı adamın düşünceleri gibi bir zamanlar gönüllerde iktidar süren,şimdilerdeyse unutulup giden... Telefon kulübesinden sesler yükseliyor hâlâ.Kız,banka kurulmuş,mesajlaşmaya devam ediyor.Yanına bir adam geliyor.Orta yaşlarının sonuna yaklaşmış,nazik birine benziyor.Kıza saati soruyor.Kız ise kaptırmış kendini telefonunun büyüsüne ve yapmacık aşkının süsüne.Adamı duymuyor,duysa da yanıt veremeyecek kadar tutsağı olmuş elindeki oyuncağın.Anlık mutluluklar uğruna oyuncağı oluyor elindeki oyuncağın.Yandaki bankta bir anneyle kızı oturuyor.Kız önemsiz bir neden uğruna kocaman bir tartışmayı fitilliyor.Anne ise işittiği onca hakarete rağmen kızını mutlu edecek yolu bulmaya çalışıyor.Kız,annesinin tüm fedakarlıklarına rağmen bezgin bezgin süzüyor etrafı.Arada bir saatine bakıyor,galiba her saniye yaklaşan ölümünün ayak seslerini dinliyor akrep ve yelkovanda.Ya da benim gibi,bir arkadaşını bekliyor.Telefon susmadı henüz. Telefon kulübesinin karşısında yükseliyor heybetli bir iş hanı.İş hanında çalışıyor hırslı bir iş kadını.Son ihaleyle ilgili bir faks yollaması gerekiyor müşterisine.İnsan aklından üstün olduğu iddia edilen makine bozuluyor ve bu zahmetli iş yine insan aklına kalıyor.Kadın zamandan kazanmak uğruna yoldan kaybediyor. Telefon çalmaya devam ediyor;ama kimse merak edip açmıyor ya da herkes merakını içine atıyor.Karşıdaki kaldırımda iki genç tartışıyorlar,aniden tartışma büyüyüp kavgaya dönüşüyor.Telefon çalmaya devam ediyor ve bir adam merakına yenik düşüp ahizeyi kaldırıyor."Alo?"der demez daha önce işitmediği hakaretler zikrediliyor ona ve arayanın telefonu kapatmasıyla adam baş başa kalıyor sinyal sesiyle.Ses,adamın zihninin içinde yankılanıyor ve adan şaşkınlıktan bulunduğu yere çakılıp kalıyor.Kavga eden gençler şiddetin dozunu iyice arttırıyorlar.Kavgayı durdurmak için bir adam giriyor araya.Halk,gençlerin etrafında bir çember oluşturmuş onları izliyor.Araya giren adam dışında kimse dur diyemiyor bu gidişe,yaşanan hep aynı klişe.Çemberdeki bir kadın çığlıklar atıyor,bense daha fazla bakamıyorum bu manzaraya.Teknolojinin tutsağı olmuş beyinler,teknolojinin onlara buyurduğub şeyi yapıyorlar.Düşünmeden konuşup sürekli kavga ediyorlar.Yönettikleri bilgisayar oyunları tarafından yönetiliyorlar ve zamanla acıyı da mutluluğu da hissetmeyi unutuyorlar.Kavga sürüyor seslerden anladığım üzere ve telefon sesinin yerini bir ambulansın sireni alıyor.En özgür anımda bile üstüme üstüme geliyor duvarlar,günden güne soğutuyorlar beni dünyadan akarsuyun akışına bırakılmış hayatlar. Ünsal Melis Karakuş

26 Mart 2010

Fotoğraf Albümü



İki katlı ahşap ev batan güneşin altında son günlerini yaşayan yaşlı bir adamı andırıyordu. Bahçenin etrafını çevreleyen kuru otlar çoktandır kimsenin uğramadığı bir yer olduğunu düşündürüyordu, ortasındaki süs havuzunun içi sararmış yapraklarla dolmuştu. Şehrin ücra bir köşesinde, kurumuş bir derenin yanında, sesten uzak bir yerdeydi. Nasıl da özlemişti burayı havuza düştüğü gün hala dün gibi aklındaydı. Ne çok gülmüşlerdi ona, oysa o ıslanan vücuduna bir de gözyaşlarını eklemişti. O zaman onu akşama kadar ağlatan olay şimdi yüzünde ufak bir tebessüm belirtmişti. Zaman çok çabuk geçmiş, bir zamanlar bahçede koşup oynayan, delicesine kahkahalar atan, sevdikleriyle yaşayan o çocuk yalnız ve mutsuz koca bir adam olmuştu.Ahşap evin büyük kapısına doğru ağır ağır yürüdü. Kapıyı açarken çıkan gıcırtı kısa bir süre de olsa sessizliği bozmaya yetmişti. Girişteki salon harabe olmuş içindeki mobilyalar hurdaya dönmüştü. Bu kırık dökük mobilyalar altın kadar değerlenmişti gözünde, hepsinde ayrı hatıralar gizliydi. Yavaşça dokundu tozlu mobilyalara, çok uzun yıllar önce yaşadığı anlar hayal meyal canlanıyordu hafızasında. Delik deşik koltuklara bakarken üstünde oturan insanlar geliyordu gözünün önüne. Babasının koltuğuydu tekli koltuk, kimse oturmazdı oraya, annesi her sabah koltuğun yanındaki sehpaya gazeteyi koyar, bir de mis gibi bir Türk kahvesi yapardı canından çok sevdiği kocasına. En büyük keyfiydi babasının, koltuğuna oturup, köpüklü kahvesini yudumlarken, gazetesini haberlere isyan ede ede okumak. En son sayfa bittiğinde derin bir ah çeker yerine koyardı kırışmış gazeteyi. Sonra da biricik oğlunun saçını okşardı, umutlu bir geleceğe bakarcasına anlamalı anlamlı bakardı.

Şimdi o büyük adamdı -babasının deyimiyle- cerrah olmuştu kaç hayat kurtarmıştı kim bilir .Keşke babası da görebilseydi onu beyaz önlüğünün içinde. Ama görse mutlu olabilir miydi ki? Beyaz bir kumaş parçası almaya yeter miydi babasının gönlünü? O ışıltılı gözlerle bakarken oğluna başka şeyler de istemişti elbet iyi bir meslekten çok daha başka şeyler... Oğlunun dönüştüğü duygusuz insanı görse yine de büyük adam der miydi ona? Demeyeceğini biliyordu, biraz olsun gurur duymazdı, belki yüzü kızarırdı oğlunun o olduğunu söylerken başkalarına ve ona döner "sadece okumakla adam olunmaz" diye nutka başlardı .Hakkı da vardı olunmuyordu, olamamıştı... Çevresindeki insanları bir bir kaybederken her ne kadar anlayamasa da, şimdi olamadığının farkına varmıştı. Peki neydi onu bu hale getiren, o sevgi dolu çoçuğa ne olmuştu böyle? Bunu bir nedene dökemiyordu, belki hayatın ona sunduğu şanslar fazla özel olduğunu düşündürtmüştü, birçok kişiden daha fazla özel, bir çeşit hastalık bile olabilirdi, farkına varamama hastalığı. Yıllar geçtikçe artmıştı bencilliği, umursamazlığı. Sadece kendini düşünür olmuştu, hiç önem vermemişti, sayısı gittikçe azalan dostlarına. Kolay olmuştu unutması kendine layık görmediği insanları, kimisi zekasına denk değildi, kimisi sosyal statüsüne, kimisinin parası yetmiyordu dost kalmaya. Çok fazla yargılamıştı insanları, kendisini hiç yargılamadığı kadar, hepsinde bir şey bulmuştu, onun gibi değildi, kimse hiç bir yönden onun gibi olamamışlardı "onlar da adam mıydı". Bazılarını değerlendirmek bile gereksizdi, birini yeterince tanımamışken önyargısının kurbanı olur kötü damgasını yapıştır, "oradan adam çıksa..."diye söze başlardı. Pek iyi bildiğini sanırken kendini aslında hiç tanımamıştı ilk kez gördüğü bir insan kadar yabancıydı kendine, belki daha da uzaktı. Olduğu benden daha farklı bir bendi tanıdığı, insanlara kendini çok farklı anlatırdı ve işin kötüsü buna kendisi de inanırdı. Tutarsız tavırlar sergilerdi hep bazen en iyi olduğunu vurgular bazen de mütevazılık gösterisi yapardı, amacı insanların öyle olmadığını söyleyerek teselli etmeye çalışmasıydı bu şekilde iltifat bile alırdı. Asla rahatsızlık duymamıştı kendinden o olduğu gibi kabullenemezken insanları, insanlardan onu olduğu gibi kabullenmelerini beklemişti. Uğraşmak istemiyordu düzeltmek için hatalarını -ki o hiç hatalı görmüyordu kendini- çok yorucu bir işti ve buna gerek yoktu.Eğer bu kadar zaman arkadaş kalabildilerse onla şimdide buna devam edebilirlerdi, onu bu boğucu öğütlerle sıkmalarının ne alemi vardı.Ama fark etmemişti ki onlarda bundan çok sıkılmıştı.Her ne kadar geç olsa da bunu artık yanında kimse kalmadığında anlamıştı.Ve bu geç anlayış onu buraya bir zamanlar hiç de yalnız olmadığı eski eve getirmişti.Bu ahşap eve sürmüştü duyguları ayaklarını. Her ne kadar içinde başka kimse olmasa da tilki otuz sene sonra yeniden buradaydı.

Sürekli düşünüyordu, dediği sözleri, kırdığı kalpleri, küçük gördüğü insanları, üzdüğü sevdiklerini, düşünüyordu. Ve kendini en çok da kendini düşünüyordu en büyük zararı verdiği insanı. Saklıyamazdı ki kızaran yüzünü, kaçamazdı, kendinden uzaklaşamazdı. Tek çaresi yüzleşmekti, ve yıllardır uykuda olan vicdanı şimdi zırhlarını kuşanmış beklemekteydi. Bu kez oyuna gelmeye niyeti yoktu, sahibini keşfetmişti. Bu keşfediş ona çok pahalıya mal olmuştu, geri dönüşü var mıydı kestiremiyordu. Bir yandan da hayatının en güzel günlerini geçirdiği evin salonuna özlemli gözlerle bakıyordu.Bu bakışların arasında tozlu rafın üstünde duran fotoğraf albümü ilişti gözüne. Tereddütlü bir adım attı. Eline alacak gücü zor bela buldu ve titreyen elini yavaşça uzattı. Kalbinin atışlarını duyabiliyordu. Duyguları zorluyor olsa gerekti nadiren kullandığı kalbini adeta kireçlenmişi. Alışık değildi, bu aniden içini kaplayan hislere. Biraz hüzün, biraz özlem, biraz tereddüt, biraz pişmanlık, ve birazda sevgiyle mutluluk, en değerlisinden.

Hiç eskimemişti sanki albüm, bu ahşap ev bile değer vermişti, korumuştu anıları. O da bir zamanlar önemserdi bu albümü, korurdu ahşap ev gibi. Kimsenin el sürmesine izin vermezdi, hepsini tek tek anlatarak hevesle insanlara gösterirdi “ Bak bu arkadaşım, bu da ben, ne güzel gülmüşüz değil mi?” . Her canı sıkıldığında ona bakar güzel anılarını görür keyfi yerine gelirdi. Bu sefer ters bir etki bırakmıştı bu albüm üzerinde. Adeta bir cezalandırıcı görevi görmüştü. Kalbinin atışları daha da artmış, daha da güçlenmişti duyguları. Sanki dün yaşanmış gibiydi hatırladığı her şey, sanki hiçbir şey geçmemişti üzerinden, çok yakın ve çok uzaktı. Yer aynı yerdi; ama kırışıklıklar oluşmuştu yüzünde, ağarmıştı saçları, beli bükülmüştü bu dev ihtiyar ahşap adamın.Teker teker çevirdikçe sayfaları geri çeviremeyeceğini hissediyordu. Bir şeyler değişiyordu, değişmişti ve geri çevirilemeyeceğinin farkındaydı. Kaybettiği şeylerin değerini görmüştü gülen insanların gözlerinde. Hepsini ayrı ayrı severdi, ama ne birisinin adresi, ne de telefonu vardı elinde. Nasıl da unutuvermişti onları, kan kardeşi bile olmuştu bazılarıyla. Kardeşlik bu kadar mıydı? Bir zamanlar dostum, kardeşim dediği, en güzel anlarını yaşadığı insanlar şimdi siyah beyaz fotoğraf karelerinde cansız hatıralardı. Onlardan geriye bir tek bu eski fotoğraf albümü kalmıştı. Ve şimdi üzerinde bir damla gözyaşı vardı. Oysa o zaman ne kadar güzel gülmüşlerdi...

21 Mart 2010

Kuş Bakışı

(Baran Çakır’ın “O Kuşa Dair” yazısı üzerine bir deneme)

Bir kuş ne ifade eder? Kuşların akılllara ilk gelen özellikleri uçmalarıdır. Türlü türlü, renk renk kuşların ortak değeri olan uçmak, özgürlük kavramıyla ilişkilendirilmiş ve sembolik bir anlam kazanmıştır. Baran’ın yazısında kuşun türüyle ilgili kesin bir bilgiye sahip değiliz. Kuşun belirli bir türle sınırlanması istenmiyor, tam tersi yazı, doğanın rengârenk yapısını içinde taşıyor: bir kartal kadar cesur, barışın soyluluğunu bilen güvercinlerle benzeşen, bir martı kadar özgürlüğü simgeleyen...

İçine sürüklendiğimiz bu doğa görüntüsüne farklı bir açıdan bakmamız isteniyor sanki. Aşağıdan bakınca, gökyüzünde kanat çırpan kuşu görüyoruz. Ancak bu şekilde değil de, yukarıdan kuşun gözünden bakmayı deneyelim. İşte şimdi mabedimiz olan ormanın bütününe hâkimiz. İnancımız bu ormanın kendisine, bütünlüğüne, taşıdığı tüm renklere. Buradaki canlıların herhangi birini silmemiz nasıl istenebilir ki? Silmek nefrettir, vahşilerin iştahını kabartır, kendine haksızca daha fazla yer açmak isteyen açgözlülerin, leş yiyicilerin işidir. Gökyüzünden bakan, insana uçma umudu aşılayan kuşun bakışlarında bunların yeri yoktur.

Renklere saldırmanın ya da bir rengin içinde hapsolmanın aksine, yazı, bu renklerin hepsini yaşamaya çağırıyor herkesi. Kuşun türüne, zamana ya da mekâna vurgu yapılmamasını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Yine de kurmaca içindeki kuş imgesiyle, “içinde adının geçtiği hakaret içerikli tamlama” ibaresini ilişkilendirmek pek mümkün gibi görünmüyor. Burada metin içerisinde insan üstü olarak yaratılan kuş sembolünün mesafeyi koruyamayarak insanlaştığı görülüyor.

İçerikte olduğu gibi biçimde de çeşitliliğe yer verip bunun savunuculuğunu yapan yazı, okuyucuyu kanatlanıp ormanın tüm doğallığına, zenginliğine kuş bakışı bakmaya yöneltiyor. Kendi kanatlarıyla yükselen o kuş gibi, yeryüzünden, sıfır noktasından ileriye atılmak... Bilge Karasu’nun sıfır üzerine biri, ikiyi çıkmak olarak nitelendirdiği gibi, yükselerek, başkalarının gürültülü sıfır noktasının üzerine kendi kanat çırpmalarımız yüceliğiyle çıkmak ve ormanın bütününe buradan bakmak...

Baran’ın ifade ettiği mabette kanatlanma arzusunu taşımamak, antikitenin mitolojik kahramanlarını andıran bu kuşun özgürlük dinine inanmamak pek olası görünmüyor.

14 Mart 2010

Edebiyat ve İnsan

Edebiyat ne işe yarar? Kitap okumak, boş vakit eğlencesi ya da olmasa da olabilecek bir eylem midir? Kitap okumayan veya sadece “süprüntü” okuyan birinin kaybı olduğu söylenebilir mi?

Yapılan bir araştırmaya göre Japonya’da bir insan yılda ortalama 25 kitap okuyor. Bu istatistik İsviçre’de yılda ortalama 10, Fransa’da ise yılda ortalama 7 kitap şeklinde devam ediyor.(1) Araştırmada çoğu Afrika ülkesinin dahi gerisinde kalan, okuma kültürünün yaygın olmadığı -bir insanın 10 yılda ortalama 1 kitap okuduğu- ülkemizde, okumanın ve sonrasında edebiyatın kişiye etkilerinin anlaşılması bu nedenle önem taşır.

Öyleyse kişiyi bir kitap okumaya, kitabın içindeki olay ve karakterlere yoğunlaşmaya iten sebepler nelerdir? Kuşkusuz bir ihtiyaçtır bu. İnsan kendini “aşmak” istiyor. Eğer insan buna ihtiyaç duymayan “kendinde” varlık olsaydı, tüm bir birey olmuş olurdu. Buna bütün olup, başkalarına ihtiyaç duymayan da diyebiliriz. Ancak öyle değildir insan. Kendi kendine yetmez, kendini aşmak ister. Okuduğumuz kitapta kahramanla aramızda ortak bir nokta olması bizi heyecanlandırır. Bireysel yaşantımızla bütün (insanlık) arasında bir ilgi kurmuş oluruz, buna kendini kendi olmayanla bir görme isteği de diyebiliriz. İnsanlığı bir bütün olarak gören edebiyat, insanlık durumuyla ilgili birçok parçadan oluşur. İsaiah Berlin “Bu çelişkili doğruların toplamı, insanlık durumunun özünü oluşturur” der. “Öyleyse Evren Birlik içinde çeşitliliktir” diyen Balzac “İnsanlık Güldürüsü”nde “romanla tarihi eşitlemeyi”(2) amaçlamıştır.

Günümüzde teknoloji ve bilim iyice gelişmiş, bilgi farklı alanlara bölünmüştür. 17. yüzyılda yaşamış Descartes filozof ve matematikçiydi. Günümüzde ise bilgide “uzmanlaşma” ile birlikte bu alanlar dahi kendi içlerinde birçok bölüme ayrılmıştır. Uzmanlaşma belli alanlarda daha ayrıntılı çalışmalar yapılmasını sağlamıştır. Ancak yine bu durumun getirdiği kültürel eğilim; bütünden uzaklaşmaya, iletişimsizliğe ve dayanışma eksikliğine sebep olmuştur. Denilebilir ki, günümüzde belki ağacı çok iyi bilen, ancak ormandan habersiz bireyler yetişmektedir. Mario Vargas Llosa bu durumu “insanların teknisyenler ve uzmanlar gettolarına bölünmesi” diye niteler. İşte bu noktada edebiyat; meslekleri, kişilikleri ve milletleri ne olursa olsun insanları birleştiren, onların yaşamı, insanı ve “orman”ı daha iyi anlamalarını sağlayan bir unsur olmuştur.

İnsanlığın ortak değerlerini barındırmakla birlikte, edebiyatın yaşamın gizli kalmış yönlerine eğilme gibi bir özelliği de vardır. Çoğu büyük romanda, yerleşmiş sosyal hiyerarşiye şüpheyle yaklaşılır. Bir bakıma yaşamda birinci olan kurmacada sonuncu, yaşamda sonuncu olan kurmacada birinci olabilmektedir. Dostoyevski’nin yoksullukla boğuşan ve öğrenimine ara vermiş karakteri Raskolnikov buna örnek olarak verilebilir. Nazım Hikmet “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın Rusça baskısı için yazdığı önsözde şöyle seslenir: “İnsan Manzaraları’nı 1941’de Bursa Hapishanesi’nde yazmaya başladım. Ondan önce Meşhur Adamlar Ansiklopedisi adlı kitap üzerinde çalışıyordum. Benim Ansiklopedi’min kahramanları ne generaller, ne sultanlar, ne bilginler, ne sanatçılar, ne güzellik kraliçeleri, ne katiller ne de milyarderlerdi, kahramanlarım, onurları fabrikaların, şantiyelerin duvarlarını, kasabaların, işçi mahallerinin sınırlarını aşmayan işçiler, köylüler, zanaatçılardı.”(3)

Edebiyat, toplumların hayatında önemli bir yer tutar. Toplumların ileriye yönelmesinde büyük rol sahibi olan eleştirel düşüncenin yeşermesinde edebiyat olmazsa olmaz bir konumdadır. Edebiyatçı ise yaşama dışarıdan bakabilen insandır. Edebi eserleri okuyarak okuyucular da yazarla birlikte gözlemci olur. Hayat karmaşası içinde rüzgârın sürüklediği gibi hareket eden birey bu nedenle sorgulamaya başlar. Böylece okuyucunun duyarlılığı artar. Hayatı olduğu gibi kabullenmenin ötesinde, başka bir biçimde de yaşanabileceğini görür. Bir kitabı kapatıp gerçek hayata döndüğümüzde yadırgarız. Kitaptaki kurmaca dünya daha bütün, daha yaşanası gelir bize. İşte o zaman yaşantımızın kalıplarının farkına varır, yaşamı sorgulamaya başlarız. Çünkü edebiyat bize başka türlü bir yaşamın da mümkün olduğunu gösterir. Yaşamın sıkıcılığı ve sıradanlığına karşı çıkarız. İşte bu, insanı gelişmeye götüren yoldur. Yaşamın sıradanlığına ve sefilliğine başkaldırmasaydık, hâlâ ilkel bir toplum olurduk. Bu nedenle yazgılarına boyun eğmeyen insanların buluştuğu bir disiplindir edebiyat. Dünyanın düzeltilebileceğine inandırır okuru. Edebiyatçı gibi okur da yaşam konusunda kaygı taşıyan insandır ki yetinmez, bütünlenmek ve kendini aşmak ister.

“En sonunda aydınlığa, gün ışığına kavuşmuş gerçek hayat, tastamam biricik hayat edebiyattır.” der Marcel Proust. Bu sözde bir abartı ya da yazarın edebiyata olan aşkın bağlılığını aramamak gerekir. Uzmanlaşmanın sürüklediği günümüzde insana ilişkin bütünlüklü ve canlı bilgiyi ancak edebiyatta bulabiliriz. Edebiyat, yaşamın daha iyi anlaşılmasını sağlar. Bununla birlikte insanların ortak bir paylaşım yakaladığı alandır. Yazarın ürettiği eser okuyucuya ulaşmadıkça, paylaşılmadıkça edebiyat oluşmaz. Yani edebiyatın bütünlüğü, insanlara ulaşmaktan geçer. Bu ulaşım sağlandığında zamanı ve mekânı aşmış olur. Geçmişte insanların okuduğu, insana ait bir şeyler buldukları büyük eserleri, bugün bizler de soluğumuz kesilerek okuyor ve edebiyatın asırları, ülkeleri, kıtaları geçip yine insanı ve insana ait olan her şeyi bulma gücüne tanıklık ediyoruz.


Emre Mert



(1) Radikal gazetesi 30 Temmuz 2009
(2) Roland Barthes, S/Z, s.109
(3) Abidin Dino, Kitaplık dergisi, sayı 52 Mart-Nisan 2002
Mario Vargas Llosa, Neden Edebiyat?, Sözcükler dergisi sayı 1 Mayıs-Haziran 2006
Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği
Alain de Botton, Edebiyat Ne İşe Yarar? Sözcükler dergisi sayı1 Mayıs-Haziran 2006
Tahsin Yücel, Söylen ve Yüz, Kitaplık dergisi, sayı 49 Eylül-Ekim 2001

12 Mart 2010

Rüzgarla Yaşamak

Bizden önce varolduğunu ve bizden sonra da varolacağını düşündüğümüz bir olgu olarak karşımıza çıkar rüzgar. Modernizm ve popülizmle birlikte gelen soğuk binalar kurma sanatına rağmen, rüzgarların önüne geçilemediyse; sanırım, o hep varolacaktır.

Varolagelen rüzgar olgusu, farklı zamanlarda farklı şekillerde karşımıza çıkmak ister. Çıkar diyemeyiz; zira soğuk duvarlı- içinin sıcak olduğu iddia edilen evlerine kapananlar, rüzgarı hiç tanımayanlar, hatta tanımaktan korkanlardır.

Rüzgardan korkanlar, hafif bir esintiyi hiç hissetmemiş olanlar, rüzgarı televizyondaski kadarıyla bilirler- kudretli, tahrip edici, acı verici. Onların bildiği rüzgar çarpıktır. Rüzgarı pek bilmezler onlar. Rüzgarı bizzat hissetmeleri gerekirken, rüzgarı soğuk duvarlarıyla ilişkiye sokarlar ve rüzgar küser. Boynu bükük, gider gelmeyecekmişçesine.

Bu tip insanlardır doğanın utanılası yanı. Ama doğa her renkle "bir" arada yaşamayı bilir. Utancını yok etmez; bilakis sergiler.

Bir de doğanın farkında olan, hatta onunla "bir" olmaya çalışanlar vardır. Bunlar, rüzgarı hissetmek için tepelere çıkarlar. Akılları rengarenk düşüncelerle doludur onların.Tepede durup rüzgarı hissederken, ona hakim olduğunu- ona keyfince yön verebileceğini sananlar olur bazen. Yanıldıklarını, kayalara çarparken anlarlar. Çok geç olur.

Tepede bekleyenler vardır- rüzgarı hissedip bekleyenler- sadece bekleyenler. Rüzgar içini kurutur öylelerinin. Bir olmak istedikleri rüzgar söküp alır havayı onların ciğerlerinden.
Çeşitli aletler ile onu yakalamaya çalışanlar vardır bir de. Biraz uçarlar, sonra iner ya da çakılırlar. Uçarken mutluluğu hissederler bütün hücrelerinde; vefakat ayakları yere değdiği anda, öfke boy gösterir böylelerinde.

Bir de rüzgarı hissetmek için dağa tepeye ihtiyacı olmayanlar vardır. Onlar ki kadehleri şarapla, gönülleri meşkle dolu olanlardır- rüzgar onların eseridir belki de. Rüzgarı her zaman hissederler onlar. Sadece mutluluğu tadarlar meyveler arasından, şaraplarına meze olsun diye.

"Nice Şaraplara, Nice Mezeler."

O kuş'a dair.

O kuşun doğduğu yer bir mabetti.

Bereketli yağmurları, rengarenk canlıları olan bir ormandı o mabet. Ormana zarar verebilecek avcıların yaklaşamadığı bir yuva.

İnsanların birbirlerine hakaret etmek için kullandığı, içinde adının geçtiği tamlamaya kafa tutarcasına, yüce bir bilince sahip olandı. Öncelikle kendisinin, bununla birlikte de çevresindekilerin farkındaydı. Ormandaki dereleri ve ağaçları seven; aynı zamanda kokarcasıyla, tilkisiyle ormanı bir bütün olarak gören; canlıları silmeye yanaşmayandı.

Havanın açık olduğu zamanlarda, elektrik direği üzerinden çevreyi izlemektense, göğün tadına bakan bir kuştu. İnsanlarda, bulutların üzerine çıkmak fikrini doğurandı. Uçmak isteyen her kuşa uçmayı öğreten, uçamayan varlık olan insanda ise bu gayeye ulaşmak umudunu harlayandı. Uçmayı sevdiği gibi, koşmayı da bilendi.

Yükseklere çıkabildiği için, gelecek tehlikeleri görebilen ve hissettiği sorumluluktan ötürü uçamayanlara, gelebilecek olayları haber verendi. Ama yeri geldiğinde, olaylara sadece uzaktan bakmak gerektiğini de bilirdi. Bu bakmak korkaklık değildi! Bir kartal kadar cesurdu. Bu bakmak, olaylardan sonra durumdan faydalanmak değildi! Leş yiyici olmak ona yakışmazdı.
Nasıl uçacağını da bilirdi. Rüzgara karşı uçmayı, kanatlarını kuvvetlendirmek için deneyen; ama rüzgara kafa tutmayı amaç edinmeyendi.

Üstündeki tüyleri asilce taşıyordu; fakat asaletini gösterişe dökmezdi. Gösteriş yapmak tavuskuşunun işiydi, onun değil.

Barışın soyluluğunu bilen güvercinlerle benzeşirdi.

Bir martı kadar da simgelerdi özgürlüğü; zira çok konuşup hiçbir şey söylemeyen bir papağan değildi.

O, gökyüzünde süzülegelmiş ve süzülmesi gereken, gökkuşağındaki renklerin hepsini kabul eden ve pek çoğunu yaşamaya çalışandı.

Başparmak

Tutmak, kavramaktır başparmak; insan başparmağıyla anlayabilir yalnızca bu sebepten. Diğer parmaklar (ki bunların en güçlüsü işaret parmağıdır) onun yönetimindedir. Adından (işlevinden) anlaşılacağı üzere baştadır, üstündür, zaten medeniyet de başparmak üstüne kuruludur.

Kimi zaman ideolojilerin, kimi zaman ölümün ya da yaşamak affının, kimi zamansa basitçe söylenebilecek bir "tamam" (hiçlik tamdır sadece) simgesi olmuştur lâkin başparmak salt bunlar değildir. O kendi içine kapanmış, bir çok yöne sırtını dönmüştür kimse fark etmeden. Dediğimiz gibi işlevleri yöneten, o firarî, hep işaret parmağını koymuştur gözler önüne. Açıkçası derinden, dipten yaşamayı sevmiş, işlevini de öyle yerine getirmiştir. Bunu bilinçli yapmıştır zîra bir dîvan aşığıdır başparmak, rinddir. Bu sebeple "dönülmez akşamın ufku"na en yakın ve en uzak odur. Sevgilinin eline en çok sardıran kendini başparmaktır fakat o eli diğer parmaklar kadar doyumsayamaz, bu onun gururuna dokunduramayacağı bir durumdur, üstünlüğü yüzünden acı çekmektedir.

Aile reisi görevini sırtlamış olacağındandır ki hep katı davranır, kalın kemiklidir. Yumruğun üstüne uzanıp diğerlerini de buna zorlar. Böyle zamanlarda ve her zaman el ayasına yaslanır (el ayası anaçtır), sahip olabildiği tek eşidir el ayası.

En aşık olduğu zamansa eli doyasıya açtığı zamandır; kemikleri belirginleşmiştir ve sanki çıplaklığa, kabına sığmamaya çağırıyordur kâinatı. İç tarafındaki kıvrım da (işaret parmağına ulaştığı tek ve gizli yoludur) öpüşmeyi doyasıya arzulayan bir ağız, bir kaydırak oluverir. Habersizdir ki el ayası yine onu desteklemiş, onu biraz daha uzun göstermek için altına bir tabure koyuvermiştir.

Ne kadar hâşin görünse de uysaldır, hiçbir yere batmaz, kendi halinde yaşar.