26 Mart 2010

Fotoğraf Albümü



İki katlı ahşap ev batan güneşin altında son günlerini yaşayan yaşlı bir adamı andırıyordu. Bahçenin etrafını çevreleyen kuru otlar çoktandır kimsenin uğramadığı bir yer olduğunu düşündürüyordu, ortasındaki süs havuzunun içi sararmış yapraklarla dolmuştu. Şehrin ücra bir köşesinde, kurumuş bir derenin yanında, sesten uzak bir yerdeydi. Nasıl da özlemişti burayı havuza düştüğü gün hala dün gibi aklındaydı. Ne çok gülmüşlerdi ona, oysa o ıslanan vücuduna bir de gözyaşlarını eklemişti. O zaman onu akşama kadar ağlatan olay şimdi yüzünde ufak bir tebessüm belirtmişti. Zaman çok çabuk geçmiş, bir zamanlar bahçede koşup oynayan, delicesine kahkahalar atan, sevdikleriyle yaşayan o çocuk yalnız ve mutsuz koca bir adam olmuştu.Ahşap evin büyük kapısına doğru ağır ağır yürüdü. Kapıyı açarken çıkan gıcırtı kısa bir süre de olsa sessizliği bozmaya yetmişti. Girişteki salon harabe olmuş içindeki mobilyalar hurdaya dönmüştü. Bu kırık dökük mobilyalar altın kadar değerlenmişti gözünde, hepsinde ayrı hatıralar gizliydi. Yavaşça dokundu tozlu mobilyalara, çok uzun yıllar önce yaşadığı anlar hayal meyal canlanıyordu hafızasında. Delik deşik koltuklara bakarken üstünde oturan insanlar geliyordu gözünün önüne. Babasının koltuğuydu tekli koltuk, kimse oturmazdı oraya, annesi her sabah koltuğun yanındaki sehpaya gazeteyi koyar, bir de mis gibi bir Türk kahvesi yapardı canından çok sevdiği kocasına. En büyük keyfiydi babasının, koltuğuna oturup, köpüklü kahvesini yudumlarken, gazetesini haberlere isyan ede ede okumak. En son sayfa bittiğinde derin bir ah çeker yerine koyardı kırışmış gazeteyi. Sonra da biricik oğlunun saçını okşardı, umutlu bir geleceğe bakarcasına anlamalı anlamlı bakardı.

Şimdi o büyük adamdı -babasının deyimiyle- cerrah olmuştu kaç hayat kurtarmıştı kim bilir .Keşke babası da görebilseydi onu beyaz önlüğünün içinde. Ama görse mutlu olabilir miydi ki? Beyaz bir kumaş parçası almaya yeter miydi babasının gönlünü? O ışıltılı gözlerle bakarken oğluna başka şeyler de istemişti elbet iyi bir meslekten çok daha başka şeyler... Oğlunun dönüştüğü duygusuz insanı görse yine de büyük adam der miydi ona? Demeyeceğini biliyordu, biraz olsun gurur duymazdı, belki yüzü kızarırdı oğlunun o olduğunu söylerken başkalarına ve ona döner "sadece okumakla adam olunmaz" diye nutka başlardı .Hakkı da vardı olunmuyordu, olamamıştı... Çevresindeki insanları bir bir kaybederken her ne kadar anlayamasa da, şimdi olamadığının farkına varmıştı. Peki neydi onu bu hale getiren, o sevgi dolu çoçuğa ne olmuştu böyle? Bunu bir nedene dökemiyordu, belki hayatın ona sunduğu şanslar fazla özel olduğunu düşündürtmüştü, birçok kişiden daha fazla özel, bir çeşit hastalık bile olabilirdi, farkına varamama hastalığı. Yıllar geçtikçe artmıştı bencilliği, umursamazlığı. Sadece kendini düşünür olmuştu, hiç önem vermemişti, sayısı gittikçe azalan dostlarına. Kolay olmuştu unutması kendine layık görmediği insanları, kimisi zekasına denk değildi, kimisi sosyal statüsüne, kimisinin parası yetmiyordu dost kalmaya. Çok fazla yargılamıştı insanları, kendisini hiç yargılamadığı kadar, hepsinde bir şey bulmuştu, onun gibi değildi, kimse hiç bir yönden onun gibi olamamışlardı "onlar da adam mıydı". Bazılarını değerlendirmek bile gereksizdi, birini yeterince tanımamışken önyargısının kurbanı olur kötü damgasını yapıştır, "oradan adam çıksa..."diye söze başlardı. Pek iyi bildiğini sanırken kendini aslında hiç tanımamıştı ilk kez gördüğü bir insan kadar yabancıydı kendine, belki daha da uzaktı. Olduğu benden daha farklı bir bendi tanıdığı, insanlara kendini çok farklı anlatırdı ve işin kötüsü buna kendisi de inanırdı. Tutarsız tavırlar sergilerdi hep bazen en iyi olduğunu vurgular bazen de mütevazılık gösterisi yapardı, amacı insanların öyle olmadığını söyleyerek teselli etmeye çalışmasıydı bu şekilde iltifat bile alırdı. Asla rahatsızlık duymamıştı kendinden o olduğu gibi kabullenemezken insanları, insanlardan onu olduğu gibi kabullenmelerini beklemişti. Uğraşmak istemiyordu düzeltmek için hatalarını -ki o hiç hatalı görmüyordu kendini- çok yorucu bir işti ve buna gerek yoktu.Eğer bu kadar zaman arkadaş kalabildilerse onla şimdide buna devam edebilirlerdi, onu bu boğucu öğütlerle sıkmalarının ne alemi vardı.Ama fark etmemişti ki onlarda bundan çok sıkılmıştı.Her ne kadar geç olsa da bunu artık yanında kimse kalmadığında anlamıştı.Ve bu geç anlayış onu buraya bir zamanlar hiç de yalnız olmadığı eski eve getirmişti.Bu ahşap eve sürmüştü duyguları ayaklarını. Her ne kadar içinde başka kimse olmasa da tilki otuz sene sonra yeniden buradaydı.

Sürekli düşünüyordu, dediği sözleri, kırdığı kalpleri, küçük gördüğü insanları, üzdüğü sevdiklerini, düşünüyordu. Ve kendini en çok da kendini düşünüyordu en büyük zararı verdiği insanı. Saklıyamazdı ki kızaran yüzünü, kaçamazdı, kendinden uzaklaşamazdı. Tek çaresi yüzleşmekti, ve yıllardır uykuda olan vicdanı şimdi zırhlarını kuşanmış beklemekteydi. Bu kez oyuna gelmeye niyeti yoktu, sahibini keşfetmişti. Bu keşfediş ona çok pahalıya mal olmuştu, geri dönüşü var mıydı kestiremiyordu. Bir yandan da hayatının en güzel günlerini geçirdiği evin salonuna özlemli gözlerle bakıyordu.Bu bakışların arasında tozlu rafın üstünde duran fotoğraf albümü ilişti gözüne. Tereddütlü bir adım attı. Eline alacak gücü zor bela buldu ve titreyen elini yavaşça uzattı. Kalbinin atışlarını duyabiliyordu. Duyguları zorluyor olsa gerekti nadiren kullandığı kalbini adeta kireçlenmişi. Alışık değildi, bu aniden içini kaplayan hislere. Biraz hüzün, biraz özlem, biraz tereddüt, biraz pişmanlık, ve birazda sevgiyle mutluluk, en değerlisinden.

Hiç eskimemişti sanki albüm, bu ahşap ev bile değer vermişti, korumuştu anıları. O da bir zamanlar önemserdi bu albümü, korurdu ahşap ev gibi. Kimsenin el sürmesine izin vermezdi, hepsini tek tek anlatarak hevesle insanlara gösterirdi “ Bak bu arkadaşım, bu da ben, ne güzel gülmüşüz değil mi?” . Her canı sıkıldığında ona bakar güzel anılarını görür keyfi yerine gelirdi. Bu sefer ters bir etki bırakmıştı bu albüm üzerinde. Adeta bir cezalandırıcı görevi görmüştü. Kalbinin atışları daha da artmış, daha da güçlenmişti duyguları. Sanki dün yaşanmış gibiydi hatırladığı her şey, sanki hiçbir şey geçmemişti üzerinden, çok yakın ve çok uzaktı. Yer aynı yerdi; ama kırışıklıklar oluşmuştu yüzünde, ağarmıştı saçları, beli bükülmüştü bu dev ihtiyar ahşap adamın.Teker teker çevirdikçe sayfaları geri çeviremeyeceğini hissediyordu. Bir şeyler değişiyordu, değişmişti ve geri çevirilemeyeceğinin farkındaydı. Kaybettiği şeylerin değerini görmüştü gülen insanların gözlerinde. Hepsini ayrı ayrı severdi, ama ne birisinin adresi, ne de telefonu vardı elinde. Nasıl da unutuvermişti onları, kan kardeşi bile olmuştu bazılarıyla. Kardeşlik bu kadar mıydı? Bir zamanlar dostum, kardeşim dediği, en güzel anlarını yaşadığı insanlar şimdi siyah beyaz fotoğraf karelerinde cansız hatıralardı. Onlardan geriye bir tek bu eski fotoğraf albümü kalmıştı. Ve şimdi üzerinde bir damla gözyaşı vardı. Oysa o zaman ne kadar güzel gülmüşlerdi...

2 yorum:

  1. Cümlelerin biraz karışık sıralanmış, noktalama işaretlerine dikkat ederek düzeltebilirsin, daha hoş olur.

    YanıtlaSil
  2. Yazar AVCI'nın "Fotoğraf Albümü" ne incelemevari bir yazı;

    Yazarımız öyküsünde, toplumsal tabulara ve genel değer yargılarına göndermelerde bulunmuş. İnsanların meslek ve statülerine göre değerlendirilip, "adam" sınıfına sokulmasına eleştirel bir yaklaşım getirmiş. Fotoğraf albümü, karakterin anılarını yad etmesine yardımcı olan bir materyal olarak, bireyin yaşam süreci boyunca geçirdiği değişimi simgeliyor. İnsanın, belli bir konuma gelmek için çabalarken duygusallıktan mahrum kalıp, hissel yetilerini kaybetmesini ele alıyor. Ancak, tüm bu durumların istemsiz gerçekleştiği varsayılıyor. Bir farkındalık söz konusu: Karakter içinde bulunduğu boşluk ve hissizliğin bilincinde, ancak bu durumu değiştirmek adına herhangi bir çaba sarfetmiyor. Pişman, memnuniyetsiz fakat durumu kabullenmiş ve hazmetmiş. Böylesine bir farkındalık ve umursamazlık; dönüşümün istemsiz ve kabullenilmiş olduğunu gösteriyor. Avcı, karakterin ruh halinde tamamıyla bir "farkındalık" olgusunu yansıtırken aynı anda "fark etmeme hastalığı" adı altında birtakım unsurlara değiniyor. Yazar bu bölümde kendisiyle çelişiyor. Karakter öykünün büyükçe bir bölümünde özeleştirisini yapıyor. Kendi umursamazlığından, duygusuzluğundan, önyargılarından dem vuruyor. Ancak, böylesine vurdumduymaz bir kişiliğin "nasıl" ve "neden" özeleştirisini yapacak bilince eriştiği verilmemiş. Hikayedeki bu boşluk, okuyucunun kafasında soru işaretleri bırakıyor.

    Başka bir açıdan ele alacak olursak; karakterin özeleştirisini yapması ve fotoğraf albümüne bakıp sevdiklerini anması yalnızca kendine dönük bir çaba. Pişmanlığın kamçıladığı istekle, görevi saydığı üzere arkadaşlarını ve anılarını yad ediyor, yükü üzerinden atıyor. Özeleştirisini yaparak kendini yeriyor. Bunların tümü yalnızca bireyin kendini rahatlatmasına dönük çabalar ve temelinde egoizm yatıyor. Tüm bunların dışında ahşap evin geçirdiği değişim süreci (eskimesi, dökülmesi), adamın yaşadığı değişimle paralel bir yol izliyor. Avcı'nın karakterle ev arasında kurduğu bu benzetme gözlerden kaçmıyor. Son olarak; fotoğraf albümünün üzerindeki gözyaşı,(-ki fikrimce bu öge hikayenin kilit noktasıdır) insanın içinde belirip gizlenen ancak katiyen YOK OLMAYAN olguları temsil ediyor. Birey her ne kadar duygusuz, tepkisiz görünse de nihayetinde bir insandır. Elbet hisleri vardır ve bazen bu hisler bir GÖZYAŞINDA belli eder kendini.

    YanıtlaSil