3 Nisan 2010

Bir Oyun Sahnesi: Dil-Anlam

Anlayamıyoruz, anlamlandıramıyoruz, insan olarak.

İletişim kuramıyoruz, insanlar olarak.

Bizim için, anlama- anlamlandırma- iletişim kurma olanaklarını yaratıp, eşzamanlı olarak da bunlara izin vermeyen varlık nedir? Dil. Eşyaya anlam yüklememizi, eşyayı kendimize ve/veya diğerlerine sunmamızı sağlayan varlık olarak “dil, nerede insan varsa, orada bulunur.” Dilin kullanıldığı yerde ise, konuşan- dinleyen/ yazan- okuyan insanlar vardır, bazen tek kişi, bazen de bir topluluk olarak. Ayrıca “dil, söyleyen ve işitenin diyalogunda o zamana kadar mevcut olmayan bir şeyi görünüşe çıkarır ve konuşanlar için dünyayı açık kılar.” Dilin dille, anlamla, insanla ilişkilerinde önemli bir nokta vardır ki o da bu ilişkilerin, çeşitli neden- sonuç bağlamlarında artzamanlı olarak var olmaması; bilakis bu ilişkilerin eşzamanlı ve kopamayacak olmasıdır.

Dil hakkında birkaç yüzeysel saptama yaptıktan sonra, burada değinmek istediğim esas konuya geçebilirim: anlam

‘Anlam’ kelimesi, sözlüğe baktığımızda karşımıza “bir kelimeden, bir sözden, hatta bir davranış veya olgudan anlaşılan şey; bunların bize hatırlattığı düşünce veya nesne” tanımıyla çıkıyor. Anlamın anlamını öğrenmek için çıktığımız yolda, ‘anlamak’ fiiliyle karşılaşıyoruz. O ise bizi, “bir şeyin ne demek olduğunu kavramak” tanımıyla, ‘kavramak’ fiiline yönlendiriyor. Onun tanımı ise bizi başa döndürecek: “Her yönünü anlamak.”

Sözcüğün ne ifade ettiğiyle ilgili bir sonuca varamadığımızı görüyoruz. Sözcüğün etimolojik incelemesi ise “anla + ım” formülünü sunuyor. ‘Anla-’, anlamak sözcüğünün de kökü olan ve her hangi bir somut tanımı olmayan dil ögemiz. ‘-ım’ eki ise, fiilden isim türetirken kullandıklarımızdan (eyle-eylem/ bağla- bağlam). Küçük bir oyun oynadığımızda, biraz daha belirir gibi oluyor. Oyuncağımız olacak sözcüğü –anlam- ikiye bölüyoruz. Elimizde, biri tek başına bir şeyler ifade eden, diğeri ise yardımcılara ihtiyaç duyan iki öge var: ‘an’ ve ‘-lam’. An, “zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası”na verdiğimiz ad. ‘-lam’ ekini de, ‘bağ- bağlam’ türemesindeki işlevinden yola çıkarak ele aldığımızda, anlam sözcüğünü bir nebze olsun görünür kılma çabamızın ürününü alıyoruz: eşyanın, bir an içerisinde, bizde yarattığı etkiler, çağrışımlar, imgeler bütünü.

“Anlamın anlamı nedir?” sorusunun cevabının belirlenemezliği başka sorulara yöneltiyor bizi. Anlam ne işe yarar? Eşyanın anlamları sınırlı mıdır?

“Anlam, anlama, birbirine benzemez iki öge arasındaki ayrıma işaret eder.” Eşya arasındaki sonsuz benzerlikler ve farklılıklar, sonsuz bir anlamlama olanağı sunar bize. Sonsuz anlamlar kümesi, farklı yaşantılar geçirmiş insanların sözcüklere farklı anlamlar yüklemesi ‘sayesinde’ dizginlenebilme ihtimalini kaybeder.

Anlamın sabit/ tek olmadığını ileri süren düşünür Jacques Derrida’nın yöneldiği yola sapmanın eşiğindeyiz şimdi. Derrida’nın oyun hevesine değinmeden önce, anlamın dile getirilişiyle ilgili bir eğretileme sunmak istiyorum.

Bir okyanusumuz var ve içindeki suyu içmemiz bizim için gerekli(?). Bir tas alıyoruz ve suya daldırıp içini dolduruyoruz. O sonsuz su birikintisinden aldığımız cüzî miktardaki suyu içmemiz için ise kaşık kullanmak durumundayız; zira bize bunu öğretmişler. Tasa saldırıp, yalayıp yutmuyoruz. Kaşığı kullanarak içiyoruz suyumuzu; fakat bir sorunla karşılaşıyoruz. Tasın dibinde hâlâ su var ve kaşığımızla alamıyoruz onu. Ekmek banmak ya da kediler gibi içmek fikirleri doğuyor burada; ama herkesin harcı değildir bu; çünkü kelimelerin kullanılmadığı sanatlara karşılık geliyor o davranışlar.

Sanırım, bulunduğumuz konum Jacques Derrida’dan bahsetmek için çok uygun. Neden mi? Çünkü o, yukarıda sunduğum eğretilemenin tamamına karşı çıkıyor. Anlamın, dile getirildiği andan önce de var olduğunun kabulünü, Batı İdealizmi’nin bir zayıflığı olarak görüyor. Ona göre, “anlam, anlamlama ediminden ne önce ne de sonradır.” Anlamın belirlenimsizliğini göstermek için, göstergeleri ele alır. X göstereni, bizi Y gösterilenine yönlendiriyorsa, Y gösterileni de bir başka gösterilene yönlendirir ve gösterilen olduğu kadar gösteren de olur. Artık sabit değildir, hem vardır hem de yoktur. Bu durumu bir ‘yerini alma’ oyunu olarak görür ve bu görüş, “anlamlamanın alanını ve oyununu sınırsızca genişletir.” Mevzu bahis akışkanlığın bize etkisiyse, bizleri “neşeli bir anlam yaratma sürecine götürmesidir.”

Klasik anlayışa büyük bir karşı çıkıştır ve yeni bir bakış açısı sunar. Dile getirilen anlam, varlığını dile getirilmeyene de borçludur ve onun izlerini taşır. Sadece dile getirildiği için onlardan üstün olması gibi bir durum ise söz konusu dahi olamaz.

Dile getirileni (dil kullanarak doğrulanı, anlamı) bir arazi olarak ele alırsak, yatay-anlam/ dikey-anlam üzerine bir eğretileme elde ediyoruz. Dikey-anlam söz konusu olduğunda, dile getirilen açık şekilde sunulduğu için o noktaya odaklanılır. Birisi bize petrolün yerini göstermiştir ve o noktayı kazarız. Yatay-anlam ise arazinin genişliğini sunar bize. O noktadaki petrol, orada bulunmasını, bulunmadığı bölgelere de borçludur. Önemli olan arazinin bir noktası değil tamamıdır. Dikey olarak çalışmak yerine, yatay olarak ‘oyun oynar’ bu görüş. Her nokta ve bölge önemli olduğu içindir ki “hiçbir yorum nihai yorum olma iddiasında bulunamaz.” Ayrıca, “bu yaklaşım, sınırsız geriye gitmenin (bir köken veya bir hakikat aramanın) acısı yerine; sınırsız bir yaratımın zevkini koymaya çalışır.

Yazımın sonuna geldiğim için, birkaç soru dile getirmek istiyorum. Bu sorular, var olan metin üzerinden alt-metne ulaşmaya çalışanları değil üst-metin yaratmaya çalışanları ilgilendiriyor.

Gördüğümüz üzere anlamı anlamlandıramıyoruz; fakat o da peşimizi bırakmıyor.

Bu ayrılamazlık içerisinde, anlamı dile getirmeye mi çalışacağız, yoksa anlam üzerinden oyun mu oynayacağız?

Kontrolümüz dışında yaşayan bu oyunu ciddiye mi alacağız, yoksa ciddiyetle mi oynayacağız?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder