25 Mayıs 2010

Çamur ve Ateş

Yıllar önce dayanılmaz bir huzurla geldiğim bu şehir bile boğuyor artık beni. Aldığım her nefes beni benden uzaklaştırıyor. Gözüm kapalı dinliyorum İstanbul'u, elimden gelen yegâne iş bu. Daha önce yüzüne bile bakmadığım insanlarla hafifletiyorum kederimi, kibrimi ahşap bir sandığa koyup yalnızlığın yüzyıllık mührüyle gömüyorum tarihin tozlu bir köşesine.
Terk edilmişlik duygusu kuşatıyor etrafımı. Yıllardır hissetmeye hissetmeye unuttuğum bir duygu. Yıllarca görüşülmeyip de unutulan eski bir dost gibi yaklaştıkça keskinleşiyor yüz hatları ve hafızadaki imgeler kesinleşince bir kucaklaşmaya bırakıyor yerini insanın tüm kaygıları. Evet, alıştım böyle karmakarışık duygularla birlikte yaşamaya. Gerçi, içinde yaşadığım durumda, duygu selinde değil, duygusuzluk yumağında boğuluyorum. İşte bu yüzden mutsuzluğu peşi sıra sürükleyen terk edilmişlik bile heyecanlandırıyor beni. Bitkisel hayattan yaşama dönen bir hastanın hayatı keşfetmesi gibi candan sarılıyorum bu duyguya. En azından gece kâbuslarıma girebilecek bir olgu var hayatımda. Deliksiz, kesintisiz ve hareketsiz uykular tak etti artık canıma. Galiba kuş tüyü bir yatakta mışıl mışıl uyumanın rahatlığı batıyor bana.
Yalnız bir adamım ben. Bugüne kadar yek yaşadım, bugün de tek öleceğim. Ardımdan ağlayacak çok gibi görünse de hiç yok aslında. Timsah gözyaşlarıyla kuru bir uğurlama. Saklanılmaya çalışılan gizli bir sevinç ve abartılan bir üzüntü. Sanırım gidişime en çok hayatıma girip çıkan sayısız kadın sevinecek. Onların yıllardır kaldıramadığı dokunulmazlık kalkanının arkasındaki benliğim buhar olup gidecek. Sorunsuz, kusursuz, tertemiz bir intikam... Benim sevdiğim gibi. Terk edilmişliğimin acısını yıllarca onlardan çıkarmaya çalıştım, olmadı. Yalnızlığın koltuğumda bıraktığı boşluğu kimse dolduramadı. Hepsini gönülden sevdiğime inandım, kimisinde cefakâr annemi, kimisinde küçük kız kardeşimi anımsatan bir şeyler buldum. Bu yüzden belki de saçlarının tek bir teline bile dokunmaya kıyamadan uzaktan uzağa sevdim onları. Dokunamasam da kalplerini tamir edilemez şekilde kırmayı başardım. Mutlu olamadığım gibi onları da mutsuz bataklığıma sürükledim. Oysaki onlar, şıkır şıkır İstanbul hanımefendileri, eteklerine bir damla çamur değince bile irkilirlerdi. Yazık oldu hepsine, ama benim suçum değil. Sinsi yalnızlık sürükledi beni intikam ateşine. Unuttuğum şey ateşle oynamanın tehlikeli olduğuydu, neyse ki önümde eğilen bir ordu insan vardı. Onlar, beni üzgün görmemek için bir bir ateşe atladı.
Annemi kaybedince yıkıldım, yaptığı tüm hatalara rağmen annemdi o benim. Dün her şeyim olan bu insan şimdi etten kemikten uzak, silik bir elvedaydı. Altın saçlarımı okşayıp bir masal anlatırdı bana her gece. O masalın sonuna kadar gelemeden göçtü gitti. Bana tek bir vasiyet bıraktı, o da değer bilmez bir dostun ağzında mühürlenip kaldı.
Sonra, hayatıma giren kadınlar içerisinde bana en çok değer verenini kaybettim. O, bana son bir söz söylemek için geldiği evimden apar topar gönderildi ve acı çığlıklar atıp adımı haykırdı göklere. Tam ona uzanacakken elim, değdi donmuş gözlerine gözlerim. Soluk benizli sevgilime ölüm bile cömert davranmıştı. Tanıştığımız ilk günkü masumiyetini muhafaza ediyordu dehşetten donuvermiş olsa da gözleri.
Onunla yollarımızı kesin çizgilerle ayırmıştı ölüm. Yıllar önce sevgilimin bana söylediği türküdeki gibi kavuşmamız imkânsız olmuştu. Tamamen terk edilmiştim sevdiğim insanlar tarafından. Yalnız, mutsuz ve belki de stres dolayısıyla biraz da huysuzdum; ama ben köyünde türküler söyleyip oyunlar oynayan, içinde kocaman, yaşlı bir adam yaşatan altın saçlı çocuktum. Annemin anlattığı sonu gelmeyen masal hep aklımda oldu benim, hep merak ettim sonunu ve asla öğrenemedim. Hayat imkânsız kıldı belki, belki de ben isteksizdim. Sonunda ben yenildim, daha önceki tüm yenilgilerim gibi bunu da görmezden geldim. Yan odalardan birinde eski dostum oğluna bir şeyler yazıyor. Görmüyorum, duymuyorum, sadece hissediyorum o ölümcül kelimeleri. Eski dostum bir vedaya hazırlanıyor, bu kadar merasime de ne gerek vardı diyorum içimden. Beni bu denli sevdiğini keşke daha önceden gösterseydi de bugün bu hâle düşmeseydim. Neyse, bu saatten sonra kızgınlığın da küskünlüğün de bir anlamı yok. Bu duyguları da kibrimin yanına koymalıyım ve iyi bir insan olmalıyım. Son dileğim bu hayattan. Yüzünü güldüremediğim, değerli değersiz tüm insanların böyle dürüst bir vedayı hak ettiğini düşünüyorum çünkü. Benim değersiz benliğim için kendilerini ateşe attıklarına göre bana değer veriyor olmalı hepsi. Eteklerine çamur sıçratan haylaz kahramanı yürekten sevdiler demek ki. Oysa ben ne böylesine kuvvetli bir şefkate ne de hüzünlerle buğulanmış görkemli bir veda törenine layığım. Uç uca eklediği dertleri, hayatındaki kadınların boyunlarına kolye yapan ve bu şekilde onların ruhlarını boğan yalnız ve terk edilmiş bir zavallıyım.
Odalardan birinden yaşlı doktorun ve eski dostumun sesi geliyor. Birbirini izleyen satırlarda ona hep "eski dostum" diye hitap etsem de gerçek bir dost mu yoksa birlikte geçen onlarca seneye inat koynumda beslediğim bir yılan mı olduğunu bilemedim. İlkokul sıralarında, en masum ve sorumluluksuz çağımızda, başladı bana olan nefreti ve nefretini adeta bir kuyruk gibi izleyen ihaneti. Ben farklıydım, diğerlerinden de ondan da farklıydım. Bu yüzden de insanlar ondan çok bana değer verdi. O da uzaktan uzağa diş biledi bana ve eline geçen ufacık bir kozla hayatımı karartmayı başardı. Yine de hayat güldü yüzüme ve lehime çevrildi tüm oklar. Benim ondan alamadığım intikamın acısını hayat fazlasıyla çıkardı. Belki başarılıyım diye dolanıp durdu peşimde. Ben de beni seviyor aslında diye bana yaptıklarını sildim attım zihnimden. Ne kadar zorlarsam zorlayayım zihnimden atamadıklarım bir elin parmaklarını çoktan geçmişti. Eski dostum, mavi gözlerimde ölümü gördüğünde duydu bana derin bir merhamet. Yıllardır bana söylediği yalanları unutmuştu; ama acımasız tarih ben bile unutsam çözerdi bu hainlik sorununu.
Yıllarca çalıştım durdum, son nefesimi verirken de aklımda çalışmak var. Biraz daha, yalnızca birkaç saat daha... Bir kitabı bitirmek için günlerce uykusuz kalmak yok daha. Sigara, alkol ve kafein dolu düşler yok artık hayatımda. Çalışmak istiyorum, yalnızca birkaç saat daha, son defa. Bitiremediğim romandan geçtim, tamamlanmamış bir ideal bırakıyorum ardımda. Benimle yaşıt; ama insanlık kadar eski bir ideal. Ardından yıllarca bahsedilecek ve oluşturulmasının aksine hızla yanıp kül olacak bir ideal.
Bu nefesin son nefes olduğunu bilerek doya doya çekiyorum onu içime. Mutluyum, az sonra veda edeceğim köhne kehanetlerin kol gezdiği bu karanlık dehlize. Çektiğim çilelerden kurtulacağım, zihnimdeki ideali zamana emanet edip kanatlanıp uçacağım. Haindir zaman, eski dostum kadar olmasa da. Kurda kuzuyu emanet edeceğim kendi ellerimle. Mavi gözlerim son kez açılıyor ölümün huzur veren dehşetiyle. Odada kimse yok. Benim gibi yalnız doğan birine de ruhunu böyle teslim etmek yaraşır.
Yatağımın karşısındaki tabloya son defa bakıyorum. Yıllar önce şu hayatta gerçekten sevdiğim tek kadınla bu tabloya bakıp ne hayaller kurmuştuk. Ne yazık ki bu düşler gerçekleşemeden o bir melek olup gökyüzüne kanat çırptı hırsla ve hızla. Şimdi kavuşacağız birbirimize. Bizi yeryüzünde birbirimize düşman eden etten duvarlar olmayacak gökyüzünde.
Aniden annemin aksi beliriyor gözümün önünde. Elimi sıkıca tutup altın sarısı saçlarımı şefkatle okşuyor. Yıllardır hasretini başucumda taşıdığım annemin mis kokusunu içime çekiyorum. Ben hâlâ onun köyde türküler söyleyip oyunlar oynayan ve yaşına rağmen olgun kararlar alabilen küçük oğluyum. Yıllardır sonuna gelemediğimiz masalın sonuna gelmeden kapatmayacağım bu sefer gözlerimi. Direniyorum, yine de olmuyor. Zamanla inatlaşılmıyor.
Gözlerim kapanıyor usulca. Ruhum bir buhar oluyor; ama uçup gitmeye direniyor. Arkamda bıraktıklarımdan emin olmak istiyorum. Başıma birkaç beyaz gömlekli ve eski dostum toplanıyor. Gülüp geçiyorum, keşke yaşarken beni bu denli sevselerdi de yalnızlığın loş dört duvarında hapis kalmasaydım.
Tabutumu taşıyor ıslak, nasırlı, çilekeş eller. Gözyaşlarıyla ıslanmış, çalışmaktan nasırlaşmış ve dertlere bulanmış eller... Nasılsa üç güne kalmaz unuturlar beni. Üç gün sonra takarlar en üzgün maskelerini ve kuşaktan kuşağa devrederler köhneleşmiş bir gelenek gibi.
Bunaldım burada kalıp bu insanların yüzünü görmekten. Ölüm bile beni uzlaştıramadı kendimden. Daha da yalnız, daha mutsuz ve daha da çekilmez oldum. Gidiyorum, yüreğimde bir karabasan gibi can yakıcı bir hasret yok üstelik. Ruhum gökyüzüne doğru kanatlanmaya karar veriyor. Kaybettiğim iki kadına doğru uçuyorum. Hayatta bulamadığım şefkati hayatın sonunda arıyorum. Tabutuma çamur sıçratıyor bir çaylak dokunuş, eteklerine çamur sıçrattığım kadınların acımasız kahkahaları çınlıyor kulaklarımda. Onlar bu gamsızlıkla benden de buradaki kalabalıktaki genç yaşlı herkesten daha uzun yaşayacaklar galiba. Aşağıdan tek bir el silah sesi geliyor. Biri daha kendini ateşe attı benim için son defa.
Çamur sıçratılmış tabutumda cansız bedenime eşlik ediyor ardımda bıraktığım tamamlanmamış idealin külleri. Yükseliyorum, yeryüzü netliğini kaybediyor. Soluk benizli sevgilim bana kucak açmış bekliyor, basit bir tebessüm yayılıyor ruhuma. Bu tebessümün sıcaklığını hissediyorum üzerini toz kaplamış ruhumda. Sevgilim koşuyor, yakalamaya çalışıyorum onu ve elimden kayan koskoca bir ömür boyunca ıskaladıklarımı...

23 Mayıs 2010

Ben mi? Bir rüya görürüm, genelde benzerler ama farketmez korkuttu mu yoksa güldürdü mü. Sabah kalktığımda üzerime doğan güneşten başka bir şey düşünemem ki ben. Kalkarım mutlu. Vardır yanımda sevdiklerim yani güzeşten daha ötesi, başka bir şey düşünemem ki ben. Şu ana kadar olmaları hep olacaklarını mı gösterir? Umarım ama düşünemem. Dans ederim ben her şeye rağmen. Takmam düşünülebileceklere. Bana söylemeleri, gülmemiz ciddi olmadıklarını mı gösterir? Umarım ama düşünemem. Güveniyorum diyerek zamanla güveneceğime inanırım kendime. Umarım ama düşünemem. Genelde boş konuşurum, düşünemem. Mükemmeliyetçi olamam, orta iyidir belki benim için. Umarım ama düşünemem. Yani kısacası gülerim, severim, umarım ama düşünemem. Bunalımlarım sadece kağıtlarımdadır. Ucum bittiği anda biter siyah. Bir tek orada düşünürüm. Yoksa umarım ama düşünemem. Üzüntülü şarkılar dinlerim, beni yansıttıkları için değil, anlamam için. Umarım ama düşünemem. Komiğimdir galiba, yoksa niye gülsünler insanlar dediklerime? Umarım ama düşünemem. Aşk mı? Nedense ağlatır derler. O sana gülümseyince de mi? Umarım ama düşünemem onun aşkını. Aşk zaten göz göze gelince gülümsemeden duramamak, koşup sarılmak istemek değil midir? Umarım ama düşünemem. Sen mi? Sen de aynısını yapabilirsin umar ama düşünmezsen.

22 Mayıs 2010

Güneş

Acele etme güneş,
Biraz daha bekle,
Biliyorum yarın yine geleceksin.
Ama hiç gitme istiyorum.
Geceye bırakma beni,
Sokak lambaları tutar mı yerini?
Soba senin gibi ısıtabilir mi?

Gitme güneş,
Belki bencilce davranıyorum,
Ama geceye kalmak istemiyorum.
Yalnız bırakma beni.
Korkuyorum karanlıktan,
Sevmiyorum gecenin esrarını.
Bu kadar gizemli oluşu korkutuyor beni.


Dur güneş,
Bugünde burada dur.
Kızmakta haklısın,
Korkak bir çocuk gibi davranıyorum.
Uyku vakti gelmesin istiyorum.
Eğer kendimi saklama şansı verirsen bana,
Yine başlarım ağlamaya.

Kal güneş,
Biraz daha kal,
Üşümesin ellerim
Ayrılma vakti gelmesin.
Tenhalaşmasın sokaklar,
Herkes çekilmesin odasına,
Yalnız kalmayayım.



Ya da git güneş,
En iyisi git.
Üşümeden sıcağın kıymetini anlayamam.
Karanlıkta kalmazsam,
Aydınlığa bu kadar bağlanamam.
Hep burada durursan,
Gece hiç gelmez o zaman.
Ve benim sevdiğim güneş,
Her gecenin ardından inatla doğan…

21 Mayıs 2010

Gözümden bir yaş akar
Saatimin yelkovanına.
Tam 12,
Gitme zamanı...
Ürkütücü ama gururlu gelir herkese,
Uğraşılan olması mıdır sebep?
Tam burada,
Pişmanlık zamanı...
Havada kalır elim ama
Tutan çabuk çıkar.
Tam şimdi,
Bağırma zamanı...
Terkedenin terkedilişi çok olur,
Bir de terk değil diyenler,
Hep görüşeceğiz!
Tam saflık,
İnanma zamanı...
Gökten bir şey yağar,
Parlar beyaz.
Tam 12,
Meleklerin altında.
Kabullenmem lazım,
Ayrılık zamanı...

SENİN...BİZİM

Sevmek;
Hatırlarken gülebildiğin anıyı,
Beş parmakla bir cam arasına sıkışmış vedayı,
Gözünden akanla sırılsıklam ettiğin omzu
Ve sahiplendiklerini iyelik ekleriyle
Sevmek ölesiye!

Sevmek;
Sesinin küskün tonunda,
Hain sessizliğinde yılların,
Ya da yollarca uzayan aralarda
Ve bir soluk resmin donukluğunda
Unuttuğun sevmek...

Fakat, sevmek!
İhtiyaç duyduğun kadar yemeğe
Şarkıya, umuda ve özgürlüğe
Lazım,
Gecelerce doldurup kafanı ve yüreğini
Uykularını kaçıracak kadar
Şiddetli, derin,
Gözlerinden yaş getirecek kadar bazen
Naçar
Ve tanışıklığında terleyecek kadar
Tanıdık şehrinin
"Senin"
Sevmek, bizim...

İHTİMAL

Burada olman vardı şimdi.
Ben bunları yazarken, sen belki bir tarih kitabına gömülmüş, ama aslında kalemimden çıkanları merak ediyor olurdun. Arada bir başımızı kaldırıp, aynı resme farklı şeyler düşünerek bakardık, her zamanki gibi.
Burada olman vardı şimdi.
Benim sıcak memleketimin güneşinde yürürken belki sen, çok bunalır da bana söylemezdin. Ve belki de ben, içten içe bilirdim bunu da teşekkür ederdim sen duymadan. Ya da biz...
Belki yerel saat farkından güneş dolarken odama, sen derin rüyaların içindesindir. Belki senin enlemin kuzeyde diye yağmur vuruyordur pencerene.Belki ben Ekvator'a daha yakın olduğumdan daha hızlı dönüyordur başım ve belki senin kan dolaşımın hızlanmaktadır benden yükseklere çıktıkça ama biz... Biz, tüm bu coğrafi ve bilimsel açıklamalara inat, güzelim bir mucizeyle gökyüzündeki aynı noktaya dikip gözümüzü birbirimizi düşünüyor muyuzdur?
Sanmam...
Ey en sevilen!
Bıkkın günlerin yegane umudunu
Bu yorgun bekleyişlerin sabahını
Ve soluk hayallerin en yaşanılasını
Çenemle yüreğim arasına
Bunca derin,
Bunca ağır,
Bunca yutulmaz
Ve bunca "kırgın"
Düğümleyen sen mi olacaktın?
Sen ki o umudun, o sabahın
Ve o hayalin yaratıcısısın...

Hikaye

Şu an karşımdasın işte
Elimde, yanımda, benimle.
Eski günler misali,
Sadece sen ve ben,
Kapılıyorum sarhoşluğuna,
Bilincimi kaybediyorum.
Geçen her saniyede
Ben artık daha çok senim.
Yürüyemiyorum, konuşamıyorum.
Ancak düşünüyorum,
Korkuyorum,
Evet, bugünü yarın da aramaktan korkuyorum.
Bir hikayesin sen sonunu asla okuyamayacağım,
Öyle bir hikayesin ki sen, sonunda olamayacağım.

18 Mayıs 2010

TEVFİK FİKRET VE GALATASARAY

TEVFİK FİKRET VE GALATASARAY
Tevfik Fikret'in okuduğu dönemde (1878-1888) Mekteb-i Sultani dönemin en önemli eğitim ve öğretim kurumlarından biridir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu dönemde içinde bulunduğu durum göz önüne alınırsa, burada eğitim son derece çağdaştır. Onun okuduğu yıllarda Abdurrahman Şeref, Hacı Zihni Efendi, Muallim Feyzi, Recaizade Ekrem ve Muallim Naci gibi tanınmış isimler, öğretmen olarak görev yapmaktadır.
Tevfik Fikret en çok kitabet ve yazı derslerinde başarılıdır. Edebiyat (özellikle şiir) ve resimle ilgilenmeye de burada başlar.
O yıllarda edebiyat dünyasına iki farklı akım hakimdir: Bunlardan biri, Muallim Naci ve Muallim Feyzi gibi öğretmenlerin öncülük ettiği klasizm, diğeri ise Recaizade Ekrem'in yeni şiir anlayışıdır. Klasizm, divan şiirini canlandırmaya yönelik bir istektir. Yani ölçü aruz ölçüsünün yıkılmaz kalıpları, kafiye yazıdaki harf uyumu ve konular aşk, şarap vb'dir. Nitekim Tevfik Fikret'in ilk şiirleri de etkilendiği ilk hocası Muallim Feyzi'ninkiler gibi divan şiirleridir. Bu ilk şiirleri, yine Muallim Feyzi sayesinde, Galatasaray'ın dördüncü sınıfındayken, Tercüman-ı Hakikat'te yayımlanır.
Fakat şair, kendi deyimiyle 1886'dan itibaren Muallim Naci ve Muallim Feyzi etkisinden uzaklaşır. Recaizade Ekrem'in sanat anlayışınıa yakınlık duymaya başlar. Onun şiirlerine (o dönemde epey moda olan) nazireler* yazar. Ekrem'in anlayışına göre "Sanat sanat içindir.". Bu sebeple "Güzel olan her şey şiirdir.". Bu iki düşünce, Ekrem'in şiirlerinde süslü anlatımlara, ağır bir dile başvurmasına ve konularını genişletmesine sebep olmuştur. Bu iki akım, yani klasizm ve yeni edebiyat, büyük bir tartışma yaratmaktadır. Bu tartışmaların odak noktasında bulunan Recaizade Ekrem, yeni edebiyatı savunan yazarları Servet-i Fünun dergisinde toplayacak, Fikret de bunlardan biri olacaktır. Bu bakımdan Recaizade, Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun Edebiyatı)'nin kurucusu sayılabilir. Tevfik Fikret de hocası Recaizade Ekrem gibi kafiyenin göz değil, kulak için olduğunu savunur. Şüphesiz Tevfik Fikret'in Ekrem'den bu denli etkilenmesinin sebebi, Ekrem'in yenilikçi ve bilgin kişiliğidir.
Bu dönemde tam bir arayış içinde olan Tevfik Fikret, ilk kitabı Rubab-ı Şikeste'ye mektepteyken yazdığı şiirlerin hiçbirini koymamıştır.



*nazire: Bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı şekil, vezin, kafiye ve redifle yazılan şiir.

15 Mayıs 2010

Yine nereden çıkıyor bu kara duman,
Tahmin etmek zor değil,
Gizlice yakıyorlar yalanlları,
Önce boyuyorlar bazılarını,
Biraz beyaz serpiştiriyorlar,
Ama hepsinden çıkan, aynı kara duman.
Gözlerimi aynı acıtmasa da
Hepsinin kokusu aynı ağrıtıyor başımı.
Ağır torbaları sırtlarından atarken,
Hissedemiyorlar dumanın hafif ağırlığını.
Sanıyorlar ki kül olursa hiç dokunmaz zararı.
Hâlbuki yıldızlar görünmüyor artık penceremden.
Bilmezler mi ki kara duman bir kere karıştı mı gökyüzüne ,
Dağılıp yıldızlar görünmeye başladığında bile,
Bir daha gökyüzüne hiç bakılmayacak aynı pencereden.

Karamel

Öyle bir rüyaya uyandım ki, hayalden daha mükemmel… Her yer karamel, ağzımı açınca şaşkın sanırlar diye susuyorum. Işığından kamaşan gözüm büyüleniyor sanki. Sadece bakmak istiyorum karamele, yaklaşmak, sarılmak…

Öyle bir ağladım ki gözyaşlarım hiç bitmeyecek gibi… Kaybettim sandım, daha doğrusu geç kaldım. Keşke atlayınca geçse tüm acılarım. Sevmeyeni sevmek geçer mi? Sonra düşündüm elimden geldiğince, ben sevilmeyi sevmiyorum ki ben seni, karameli seviyorum. Başkasının da olsan anlarım, vazgeçmez, yine de severim. Belki de sen sevilmeyi sevemeyen bir sevgilisindir. Beni sevemeyen…

Öyle bir düşündüm ki kalbim hissetmeyi unutuyordu sen olmasan, büyün olmasa, gözlerin olmasa. Karamelim sen sarının da olsan karamelimsin, benim olmasan da benimsin. Sarıya baksan da benimsin, benim karamelimsin.

Öyle bir duydum ki sanki şu güne kadar yalanmış sevinçlerim. Gölge kalkmış, engel kalkmış. Sarı yok artık. Karamelimsin, her zaman öyleydin.

Öyle bir istedim ki utandım bitişini görebildiğim bir şeyi başlatmaktan. Sayısız mutlu azaptan sorumlu olmaktan… Acıyı sevmek, sevilmeyi sevemeyen sevgiliyi sever gibi, beni sevmeyen…

Öyle bir seviyorum ki karamelden ayrılık azapların en büyüğü gibi. Öyle bir özlüyorum ki çöldeki tek damla gibi. Öyle bir aşığım ki, sen de seviyorsun galiba beni, aslında eminim, artık sadece sevmiyorum, bunu söylüyorum, bağırıyorum ‘Sen benim karamelimsin! Hep benim, sadece benim…’

Kirli Par(a)(maklar)

Herhalde en çok o içi Amerikan paralar ve yüzlüklerle dolu kasada sıkılmışımdır. Yüzlükler küçümseyerek bakarlardı bana ben de konuşmaya cesaret edemezdim. Amerikan paralarının da dilinden anlamazdım, nereden bilebilirdim ki Amerika görmüşlüğüm mü var benim? Hoş, anlasam da benimle konuşacaklarını sanmıyordum. Onlara dolar diyorlarmış bize de Türk lirası. Yirmi dolar daha büyükmüş benden “hiç TL ile dolar bir olur muymuş” halbuki ikimizin üstünde de aynı rakam yazıyor. Anlamadım. Bir yirmiliğin hiçbir değeri yoktu bir kasa dolusu parası olan bu suratsız göbekli adam için. O göbekli adamın puro kokan kalın parmakları arasında, bir çaycı çocuğa bahşiş olurken bunu bir kez daha anlamıştım. Çocuk şaşkın gözlerle bakarken bana adamın çok cömert olduğunu düşünmüştü bekli de bilmezdi ki bu saf çocuk benim gibi bir yirmilik hiç bir şey ifade etmez onun gibilere.

Mustafa’ydı çocuğun adı ustası seslenirken öğrendim. Çocuğa yaşattığım sevinç mutlu etmişti beni bir de şu soğuk, karanlık ve kalabalık kasadan kurtulmak. İşte ben bunun için vardım. Mustafa’nın mavi gözlerinin içini güldürebilmek, küçük beyaz suratında bir gülümse bırakabilmek için. Parayla dolu bir kasada değer görmeden yaşamak için değil. Mustafa beni özenle cebine yerleştirdi, belki Mustafa’nın cebi çok daha dar ve karanlıktı kasadan ama bir köşeye atılmayacağımdan emin ve mutluydum. Bütün gün dolaştı Mustafa, kıraathaneye gidiyor boşları veriyor, siparişleri alıp dağıtıyordu. Ben de sesleri dinledim eski pantolonunun yırtılmak üzere olan cebinde. Akşam Mustafa bir odada çıkardı cebinden tekrar. Odada gelişi güzel toplanmış iki yer yatağı vardı, birinin üstünde çizgili bir pijama atılı duruyordu. Mustafa yatakların arasında duran sehpanın üstündeki kumbaraya atmıştı beni. Bu kumbarada en büyük bendim bir tek beşlik vardı kâğıt olarak diğerleri hep bir lira, elli kuruş, on kuruş… Onlar da bana benim yüzlüklere baktığım gibi bakıyorlardı. Anlamıştım pek sevmemiştiler aralarına yeni gelen bu kibirli yirmiliği. Mustafa beni kumbaradan çıkarıp cebine koyduğunda merak etmiştim beni ne için kullanacağını. “ Belki bir top alır, belki de güzel bir kitap.” Diye geçirmiştim içimden. O beni beyaz önlüklü, elinde satır olan, kır saçlı bir kasaba uzattı. Elinde de et torbası vardı. Ne kadar da safmışım Mustafa nasıl top oynayabilir, kitap okuyabilirdi ki, daha doymak derdini aşamamışken.

Çok kalmadım bu kasapla bir bankaya yatırdı beni başka paralarla. Tekrar açık havaya çıkışım bir bankamatikte oldu. Merakla inceledim etrafı. İstiklal caddesiydi burası daha öncede gelmiştim hemen hatırladım. Beni on beş, on altı yaşlarında delikanlı bir öğrenci çekmişti iki yirmilikle beraber. Lisede yatılı okuyormuş, ailesi göndermiş parayı. Beni en kolay alan o olmuştu ne Mustafa gibi çay götürmüştü ne de kasap gibi et doğramıştı. Diğer yirmiliklerini cüzdanına koydu ben elindeydim. Bir kumpir aldı karşıda ki dükkândan, iki dakika içinde ayrılmıştım yeni sahibimden. Bu dükkâna da aynı gün içinde bir müşterinin para üstü olarak veda ettim.

Yine bir adam almıştı beni, zayıf uzun boylu bir adam. Cüzdanına koydu hemen, cüzdanı da pantolonun arka cebine. Gün boyunca gezdi, sürekli cüzdanı çıkarıp durdu, bir parayı aldı başka bir parayı koydu. Uzun süre yürüdüğünü hatırlıyorum. Çevrede hiç ses yoktu. Aniden durduğunu hissettim. Birisi seslenmişti:
-Birader! Bir baksana!
-Ne var?
-Hiçbir şey yok!
Bu konuşmalardan sonra acıyla bağırdığını duydum zayıf uzun boylu adamın, hemen sonra sarsıldı. Birisi kurcalıyordu adamın ceplerini, cüzdanı buldu. O da arka cebine koyduktan sonra hızla yürümeye başladı. Biraz uzaklaştıktan sonra cüzdanı açtı. Kahretsin der gibi baktı bana. Sesinden beklediğim bir tipti esmer, orta boylu, gözlerinin altı mor, sakalları birbirine karışmış. Beni eline aldı, cüzdanı fırlattı. Sertçe duvara yaslandı, duvara sürtünerek yere çömeldi. Buruşmamı önemsemeden başını elleri arasına aldı. Elini başından çekip bana baktı, yıpratmıştı beni. Küçümsercesine elinde birkaç kez döndürdü, bir önümü bir arkamı inceledi. Ne arıyordu anlamamıştım. Sonra kısık sesle şöyle dedi:
-Bunun için mi?
O onda ona haykırmak istemiştim:
-Evet, bunun için, her şey bunun için. Ama diyemezdim ki sadece bir yirmiliktim duyamazdı insanlar beni.

Kalktı ayağa, beni cebine koydu. Hızla yürümeye devem etti. Uyumaya niyeti olmadığı
belliydi. Gecenin zifiri karanlığında titreyen parmaklarıyla uzattı başka bir adama, adam da ona hap gibi bir şey verdi.

Belli ki bu adam da uyumayacaktı, anlamıştım o gece uykunun bana da yasak olduğunu. Azıcık kestirsem zarar gelmez, en azından yeni sahibime kavuşana kadar diye düşündüm. Sarsıntılara aldırmadan usulca uyumaya başladım. Tahmin ettiğim gibi belki on, belki on beş dakika sonra uyandım. Bir kadının ince, kırmızı ojeli parmakları arasında duruyordum. Karşında beni ona veren adam vardı. Kadının üstünde saten beyaz bir gecelik vardı. Sabahlığın aşağı doğru kaymasıyla açılan omzunu sarı saçları belli belirsiz örtüyordu. Ağlarken koyu makyajı dağılıyor, yanaklarını kirletiyordu. Bir eliyle sabahlığını sıkıca sarmıştı. Öteki elinde hafifçe tuttuğu beni fırlatmaya hazırlanıyordu. Ve ben nasıl olduğunu anlayamadan bu narin parmaklar öylesine sert, öylesine hırslı fırlattı ki beni adamın sarsak suratına doğru...Ve şöyle bağırdı kadın:
-Senin kirli paranı istemiyorum. Git artık, yeter! Git!

Ben büyük bir kavga beklerken tek kelime etmeden çıkıp gitti adam. Kadın da kendini yatağa attı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ve ben yerde kalakaldım öylece. Kadın “kirli para ” demişti bana.“Kirli para”, kirli, kirli, kirli...Benim için kavga etti insanlar, benim için ölüp, benim için öldürüldüler... Evet kirliydim kanın kiri bulaşmıştı üstüme, biraz da gözyaşı. Bu yüzden artık insanlar kirli para diyorlardı bana. Ama yine de bu ithamı hak etmiş olamazdım, parmaklarının arasında el değiştirmekten başka bir şey yapmamışken. Dedirtmişlerdi işte,demişlerdi ve demeye devam edeceklerdi muhtemelen. Ne yaptım kirlenmek için söyler misiniz? Ne yaptım kirli para olmak için? Ne yapabilirdim? Nasıl da anlayamıyor bu aklı var denilen insanlar kirli olanın ben değil kendi parmakları olduğunu. . Dokundukları her şeyi kirleten onlarken . Hangi hakla bana kirli para deyip bir köşeye atıyorlar? Ve şimdi ben haykırıyorum onlara:

-Daha fazla kirletecekseniz çekin üzerimden kirli parmaklarınızı...


5 Mayıs 2010

Kaçmak

Yıllarca kaçtım.
Dersten kaçtım,
Ailemden kaçtım,
Acıdan kaçtım,
Dosttan kaçtım,
Gülümsemeden kaçtım,
Ezilmekten kaçtım,
Aynadan kaçtım,
Kendimden kaçtım,
Sevmekten kaçtım,
Senden kaçtım.
Bilinmez, sevilmez, görülmez...

Sis

İçimde, benimle bir sis bulutu,
Siyah, pis, korkunç...
Korkuyorum, korkuyorum, yardım edin.
Gözlerimi açın,
Çıkartın beni buradan.
Korkuyorum yalnız kalmaktan,
Korkuyorum kaçamamaktan,
Korkuyorum sisten,
siyah, pis, korkunç.
Çıkmak isterim beni boğan bu dört duvardan.
Sanki koşsam, yıkıp geçeceğim onu.
Ama çekiniyorum, elimi sürüyorum ona.
Soğuk, vücudum kaskatı kesilircesine soğuk.
İçine çekiyor beni yavaşça,
Elim sabitleşiyor duvarla.
Bırakamıyorum, yardım edin.
Yok oluyorum dört duvarın arasında.