25 Mayıs 2010

Çamur ve Ateş

Yıllar önce dayanılmaz bir huzurla geldiğim bu şehir bile boğuyor artık beni. Aldığım her nefes beni benden uzaklaştırıyor. Gözüm kapalı dinliyorum İstanbul'u, elimden gelen yegâne iş bu. Daha önce yüzüne bile bakmadığım insanlarla hafifletiyorum kederimi, kibrimi ahşap bir sandığa koyup yalnızlığın yüzyıllık mührüyle gömüyorum tarihin tozlu bir köşesine.
Terk edilmişlik duygusu kuşatıyor etrafımı. Yıllardır hissetmeye hissetmeye unuttuğum bir duygu. Yıllarca görüşülmeyip de unutulan eski bir dost gibi yaklaştıkça keskinleşiyor yüz hatları ve hafızadaki imgeler kesinleşince bir kucaklaşmaya bırakıyor yerini insanın tüm kaygıları. Evet, alıştım böyle karmakarışık duygularla birlikte yaşamaya. Gerçi, içinde yaşadığım durumda, duygu selinde değil, duygusuzluk yumağında boğuluyorum. İşte bu yüzden mutsuzluğu peşi sıra sürükleyen terk edilmişlik bile heyecanlandırıyor beni. Bitkisel hayattan yaşama dönen bir hastanın hayatı keşfetmesi gibi candan sarılıyorum bu duyguya. En azından gece kâbuslarıma girebilecek bir olgu var hayatımda. Deliksiz, kesintisiz ve hareketsiz uykular tak etti artık canıma. Galiba kuş tüyü bir yatakta mışıl mışıl uyumanın rahatlığı batıyor bana.
Yalnız bir adamım ben. Bugüne kadar yek yaşadım, bugün de tek öleceğim. Ardımdan ağlayacak çok gibi görünse de hiç yok aslında. Timsah gözyaşlarıyla kuru bir uğurlama. Saklanılmaya çalışılan gizli bir sevinç ve abartılan bir üzüntü. Sanırım gidişime en çok hayatıma girip çıkan sayısız kadın sevinecek. Onların yıllardır kaldıramadığı dokunulmazlık kalkanının arkasındaki benliğim buhar olup gidecek. Sorunsuz, kusursuz, tertemiz bir intikam... Benim sevdiğim gibi. Terk edilmişliğimin acısını yıllarca onlardan çıkarmaya çalıştım, olmadı. Yalnızlığın koltuğumda bıraktığı boşluğu kimse dolduramadı. Hepsini gönülden sevdiğime inandım, kimisinde cefakâr annemi, kimisinde küçük kız kardeşimi anımsatan bir şeyler buldum. Bu yüzden belki de saçlarının tek bir teline bile dokunmaya kıyamadan uzaktan uzağa sevdim onları. Dokunamasam da kalplerini tamir edilemez şekilde kırmayı başardım. Mutlu olamadığım gibi onları da mutsuz bataklığıma sürükledim. Oysaki onlar, şıkır şıkır İstanbul hanımefendileri, eteklerine bir damla çamur değince bile irkilirlerdi. Yazık oldu hepsine, ama benim suçum değil. Sinsi yalnızlık sürükledi beni intikam ateşine. Unuttuğum şey ateşle oynamanın tehlikeli olduğuydu, neyse ki önümde eğilen bir ordu insan vardı. Onlar, beni üzgün görmemek için bir bir ateşe atladı.
Annemi kaybedince yıkıldım, yaptığı tüm hatalara rağmen annemdi o benim. Dün her şeyim olan bu insan şimdi etten kemikten uzak, silik bir elvedaydı. Altın saçlarımı okşayıp bir masal anlatırdı bana her gece. O masalın sonuna kadar gelemeden göçtü gitti. Bana tek bir vasiyet bıraktı, o da değer bilmez bir dostun ağzında mühürlenip kaldı.
Sonra, hayatıma giren kadınlar içerisinde bana en çok değer verenini kaybettim. O, bana son bir söz söylemek için geldiği evimden apar topar gönderildi ve acı çığlıklar atıp adımı haykırdı göklere. Tam ona uzanacakken elim, değdi donmuş gözlerine gözlerim. Soluk benizli sevgilime ölüm bile cömert davranmıştı. Tanıştığımız ilk günkü masumiyetini muhafaza ediyordu dehşetten donuvermiş olsa da gözleri.
Onunla yollarımızı kesin çizgilerle ayırmıştı ölüm. Yıllar önce sevgilimin bana söylediği türküdeki gibi kavuşmamız imkânsız olmuştu. Tamamen terk edilmiştim sevdiğim insanlar tarafından. Yalnız, mutsuz ve belki de stres dolayısıyla biraz da huysuzdum; ama ben köyünde türküler söyleyip oyunlar oynayan, içinde kocaman, yaşlı bir adam yaşatan altın saçlı çocuktum. Annemin anlattığı sonu gelmeyen masal hep aklımda oldu benim, hep merak ettim sonunu ve asla öğrenemedim. Hayat imkânsız kıldı belki, belki de ben isteksizdim. Sonunda ben yenildim, daha önceki tüm yenilgilerim gibi bunu da görmezden geldim. Yan odalardan birinde eski dostum oğluna bir şeyler yazıyor. Görmüyorum, duymuyorum, sadece hissediyorum o ölümcül kelimeleri. Eski dostum bir vedaya hazırlanıyor, bu kadar merasime de ne gerek vardı diyorum içimden. Beni bu denli sevdiğini keşke daha önceden gösterseydi de bugün bu hâle düşmeseydim. Neyse, bu saatten sonra kızgınlığın da küskünlüğün de bir anlamı yok. Bu duyguları da kibrimin yanına koymalıyım ve iyi bir insan olmalıyım. Son dileğim bu hayattan. Yüzünü güldüremediğim, değerli değersiz tüm insanların böyle dürüst bir vedayı hak ettiğini düşünüyorum çünkü. Benim değersiz benliğim için kendilerini ateşe attıklarına göre bana değer veriyor olmalı hepsi. Eteklerine çamur sıçratan haylaz kahramanı yürekten sevdiler demek ki. Oysa ben ne böylesine kuvvetli bir şefkate ne de hüzünlerle buğulanmış görkemli bir veda törenine layığım. Uç uca eklediği dertleri, hayatındaki kadınların boyunlarına kolye yapan ve bu şekilde onların ruhlarını boğan yalnız ve terk edilmiş bir zavallıyım.
Odalardan birinden yaşlı doktorun ve eski dostumun sesi geliyor. Birbirini izleyen satırlarda ona hep "eski dostum" diye hitap etsem de gerçek bir dost mu yoksa birlikte geçen onlarca seneye inat koynumda beslediğim bir yılan mı olduğunu bilemedim. İlkokul sıralarında, en masum ve sorumluluksuz çağımızda, başladı bana olan nefreti ve nefretini adeta bir kuyruk gibi izleyen ihaneti. Ben farklıydım, diğerlerinden de ondan da farklıydım. Bu yüzden de insanlar ondan çok bana değer verdi. O da uzaktan uzağa diş biledi bana ve eline geçen ufacık bir kozla hayatımı karartmayı başardı. Yine de hayat güldü yüzüme ve lehime çevrildi tüm oklar. Benim ondan alamadığım intikamın acısını hayat fazlasıyla çıkardı. Belki başarılıyım diye dolanıp durdu peşimde. Ben de beni seviyor aslında diye bana yaptıklarını sildim attım zihnimden. Ne kadar zorlarsam zorlayayım zihnimden atamadıklarım bir elin parmaklarını çoktan geçmişti. Eski dostum, mavi gözlerimde ölümü gördüğünde duydu bana derin bir merhamet. Yıllardır bana söylediği yalanları unutmuştu; ama acımasız tarih ben bile unutsam çözerdi bu hainlik sorununu.
Yıllarca çalıştım durdum, son nefesimi verirken de aklımda çalışmak var. Biraz daha, yalnızca birkaç saat daha... Bir kitabı bitirmek için günlerce uykusuz kalmak yok daha. Sigara, alkol ve kafein dolu düşler yok artık hayatımda. Çalışmak istiyorum, yalnızca birkaç saat daha, son defa. Bitiremediğim romandan geçtim, tamamlanmamış bir ideal bırakıyorum ardımda. Benimle yaşıt; ama insanlık kadar eski bir ideal. Ardından yıllarca bahsedilecek ve oluşturulmasının aksine hızla yanıp kül olacak bir ideal.
Bu nefesin son nefes olduğunu bilerek doya doya çekiyorum onu içime. Mutluyum, az sonra veda edeceğim köhne kehanetlerin kol gezdiği bu karanlık dehlize. Çektiğim çilelerden kurtulacağım, zihnimdeki ideali zamana emanet edip kanatlanıp uçacağım. Haindir zaman, eski dostum kadar olmasa da. Kurda kuzuyu emanet edeceğim kendi ellerimle. Mavi gözlerim son kez açılıyor ölümün huzur veren dehşetiyle. Odada kimse yok. Benim gibi yalnız doğan birine de ruhunu böyle teslim etmek yaraşır.
Yatağımın karşısındaki tabloya son defa bakıyorum. Yıllar önce şu hayatta gerçekten sevdiğim tek kadınla bu tabloya bakıp ne hayaller kurmuştuk. Ne yazık ki bu düşler gerçekleşemeden o bir melek olup gökyüzüne kanat çırptı hırsla ve hızla. Şimdi kavuşacağız birbirimize. Bizi yeryüzünde birbirimize düşman eden etten duvarlar olmayacak gökyüzünde.
Aniden annemin aksi beliriyor gözümün önünde. Elimi sıkıca tutup altın sarısı saçlarımı şefkatle okşuyor. Yıllardır hasretini başucumda taşıdığım annemin mis kokusunu içime çekiyorum. Ben hâlâ onun köyde türküler söyleyip oyunlar oynayan ve yaşına rağmen olgun kararlar alabilen küçük oğluyum. Yıllardır sonuna gelemediğimiz masalın sonuna gelmeden kapatmayacağım bu sefer gözlerimi. Direniyorum, yine de olmuyor. Zamanla inatlaşılmıyor.
Gözlerim kapanıyor usulca. Ruhum bir buhar oluyor; ama uçup gitmeye direniyor. Arkamda bıraktıklarımdan emin olmak istiyorum. Başıma birkaç beyaz gömlekli ve eski dostum toplanıyor. Gülüp geçiyorum, keşke yaşarken beni bu denli sevselerdi de yalnızlığın loş dört duvarında hapis kalmasaydım.
Tabutumu taşıyor ıslak, nasırlı, çilekeş eller. Gözyaşlarıyla ıslanmış, çalışmaktan nasırlaşmış ve dertlere bulanmış eller... Nasılsa üç güne kalmaz unuturlar beni. Üç gün sonra takarlar en üzgün maskelerini ve kuşaktan kuşağa devrederler köhneleşmiş bir gelenek gibi.
Bunaldım burada kalıp bu insanların yüzünü görmekten. Ölüm bile beni uzlaştıramadı kendimden. Daha da yalnız, daha mutsuz ve daha da çekilmez oldum. Gidiyorum, yüreğimde bir karabasan gibi can yakıcı bir hasret yok üstelik. Ruhum gökyüzüne doğru kanatlanmaya karar veriyor. Kaybettiğim iki kadına doğru uçuyorum. Hayatta bulamadığım şefkati hayatın sonunda arıyorum. Tabutuma çamur sıçratıyor bir çaylak dokunuş, eteklerine çamur sıçrattığım kadınların acımasız kahkahaları çınlıyor kulaklarımda. Onlar bu gamsızlıkla benden de buradaki kalabalıktaki genç yaşlı herkesten daha uzun yaşayacaklar galiba. Aşağıdan tek bir el silah sesi geliyor. Biri daha kendini ateşe attı benim için son defa.
Çamur sıçratılmış tabutumda cansız bedenime eşlik ediyor ardımda bıraktığım tamamlanmamış idealin külleri. Yükseliyorum, yeryüzü netliğini kaybediyor. Soluk benizli sevgilim bana kucak açmış bekliyor, basit bir tebessüm yayılıyor ruhuma. Bu tebessümün sıcaklığını hissediyorum üzerini toz kaplamış ruhumda. Sevgilim koşuyor, yakalamaya çalışıyorum onu ve elimden kayan koskoca bir ömür boyunca ıskaladıklarımı...

1 yorum: