14 Mart 2010

Edebiyat ve İnsan

Edebiyat ne işe yarar? Kitap okumak, boş vakit eğlencesi ya da olmasa da olabilecek bir eylem midir? Kitap okumayan veya sadece “süprüntü” okuyan birinin kaybı olduğu söylenebilir mi?

Yapılan bir araştırmaya göre Japonya’da bir insan yılda ortalama 25 kitap okuyor. Bu istatistik İsviçre’de yılda ortalama 10, Fransa’da ise yılda ortalama 7 kitap şeklinde devam ediyor.(1) Araştırmada çoğu Afrika ülkesinin dahi gerisinde kalan, okuma kültürünün yaygın olmadığı -bir insanın 10 yılda ortalama 1 kitap okuduğu- ülkemizde, okumanın ve sonrasında edebiyatın kişiye etkilerinin anlaşılması bu nedenle önem taşır.

Öyleyse kişiyi bir kitap okumaya, kitabın içindeki olay ve karakterlere yoğunlaşmaya iten sebepler nelerdir? Kuşkusuz bir ihtiyaçtır bu. İnsan kendini “aşmak” istiyor. Eğer insan buna ihtiyaç duymayan “kendinde” varlık olsaydı, tüm bir birey olmuş olurdu. Buna bütün olup, başkalarına ihtiyaç duymayan da diyebiliriz. Ancak öyle değildir insan. Kendi kendine yetmez, kendini aşmak ister. Okuduğumuz kitapta kahramanla aramızda ortak bir nokta olması bizi heyecanlandırır. Bireysel yaşantımızla bütün (insanlık) arasında bir ilgi kurmuş oluruz, buna kendini kendi olmayanla bir görme isteği de diyebiliriz. İnsanlığı bir bütün olarak gören edebiyat, insanlık durumuyla ilgili birçok parçadan oluşur. İsaiah Berlin “Bu çelişkili doğruların toplamı, insanlık durumunun özünü oluşturur” der. “Öyleyse Evren Birlik içinde çeşitliliktir” diyen Balzac “İnsanlık Güldürüsü”nde “romanla tarihi eşitlemeyi”(2) amaçlamıştır.

Günümüzde teknoloji ve bilim iyice gelişmiş, bilgi farklı alanlara bölünmüştür. 17. yüzyılda yaşamış Descartes filozof ve matematikçiydi. Günümüzde ise bilgide “uzmanlaşma” ile birlikte bu alanlar dahi kendi içlerinde birçok bölüme ayrılmıştır. Uzmanlaşma belli alanlarda daha ayrıntılı çalışmalar yapılmasını sağlamıştır. Ancak yine bu durumun getirdiği kültürel eğilim; bütünden uzaklaşmaya, iletişimsizliğe ve dayanışma eksikliğine sebep olmuştur. Denilebilir ki, günümüzde belki ağacı çok iyi bilen, ancak ormandan habersiz bireyler yetişmektedir. Mario Vargas Llosa bu durumu “insanların teknisyenler ve uzmanlar gettolarına bölünmesi” diye niteler. İşte bu noktada edebiyat; meslekleri, kişilikleri ve milletleri ne olursa olsun insanları birleştiren, onların yaşamı, insanı ve “orman”ı daha iyi anlamalarını sağlayan bir unsur olmuştur.

İnsanlığın ortak değerlerini barındırmakla birlikte, edebiyatın yaşamın gizli kalmış yönlerine eğilme gibi bir özelliği de vardır. Çoğu büyük romanda, yerleşmiş sosyal hiyerarşiye şüpheyle yaklaşılır. Bir bakıma yaşamda birinci olan kurmacada sonuncu, yaşamda sonuncu olan kurmacada birinci olabilmektedir. Dostoyevski’nin yoksullukla boğuşan ve öğrenimine ara vermiş karakteri Raskolnikov buna örnek olarak verilebilir. Nazım Hikmet “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın Rusça baskısı için yazdığı önsözde şöyle seslenir: “İnsan Manzaraları’nı 1941’de Bursa Hapishanesi’nde yazmaya başladım. Ondan önce Meşhur Adamlar Ansiklopedisi adlı kitap üzerinde çalışıyordum. Benim Ansiklopedi’min kahramanları ne generaller, ne sultanlar, ne bilginler, ne sanatçılar, ne güzellik kraliçeleri, ne katiller ne de milyarderlerdi, kahramanlarım, onurları fabrikaların, şantiyelerin duvarlarını, kasabaların, işçi mahallerinin sınırlarını aşmayan işçiler, köylüler, zanaatçılardı.”(3)

Edebiyat, toplumların hayatında önemli bir yer tutar. Toplumların ileriye yönelmesinde büyük rol sahibi olan eleştirel düşüncenin yeşermesinde edebiyat olmazsa olmaz bir konumdadır. Edebiyatçı ise yaşama dışarıdan bakabilen insandır. Edebi eserleri okuyarak okuyucular da yazarla birlikte gözlemci olur. Hayat karmaşası içinde rüzgârın sürüklediği gibi hareket eden birey bu nedenle sorgulamaya başlar. Böylece okuyucunun duyarlılığı artar. Hayatı olduğu gibi kabullenmenin ötesinde, başka bir biçimde de yaşanabileceğini görür. Bir kitabı kapatıp gerçek hayata döndüğümüzde yadırgarız. Kitaptaki kurmaca dünya daha bütün, daha yaşanası gelir bize. İşte o zaman yaşantımızın kalıplarının farkına varır, yaşamı sorgulamaya başlarız. Çünkü edebiyat bize başka türlü bir yaşamın da mümkün olduğunu gösterir. Yaşamın sıkıcılığı ve sıradanlığına karşı çıkarız. İşte bu, insanı gelişmeye götüren yoldur. Yaşamın sıradanlığına ve sefilliğine başkaldırmasaydık, hâlâ ilkel bir toplum olurduk. Bu nedenle yazgılarına boyun eğmeyen insanların buluştuğu bir disiplindir edebiyat. Dünyanın düzeltilebileceğine inandırır okuru. Edebiyatçı gibi okur da yaşam konusunda kaygı taşıyan insandır ki yetinmez, bütünlenmek ve kendini aşmak ister.

“En sonunda aydınlığa, gün ışığına kavuşmuş gerçek hayat, tastamam biricik hayat edebiyattır.” der Marcel Proust. Bu sözde bir abartı ya da yazarın edebiyata olan aşkın bağlılığını aramamak gerekir. Uzmanlaşmanın sürüklediği günümüzde insana ilişkin bütünlüklü ve canlı bilgiyi ancak edebiyatta bulabiliriz. Edebiyat, yaşamın daha iyi anlaşılmasını sağlar. Bununla birlikte insanların ortak bir paylaşım yakaladığı alandır. Yazarın ürettiği eser okuyucuya ulaşmadıkça, paylaşılmadıkça edebiyat oluşmaz. Yani edebiyatın bütünlüğü, insanlara ulaşmaktan geçer. Bu ulaşım sağlandığında zamanı ve mekânı aşmış olur. Geçmişte insanların okuduğu, insana ait bir şeyler buldukları büyük eserleri, bugün bizler de soluğumuz kesilerek okuyor ve edebiyatın asırları, ülkeleri, kıtaları geçip yine insanı ve insana ait olan her şeyi bulma gücüne tanıklık ediyoruz.


Emre Mert



(1) Radikal gazetesi 30 Temmuz 2009
(2) Roland Barthes, S/Z, s.109
(3) Abidin Dino, Kitaplık dergisi, sayı 52 Mart-Nisan 2002
Mario Vargas Llosa, Neden Edebiyat?, Sözcükler dergisi sayı 1 Mayıs-Haziran 2006
Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği
Alain de Botton, Edebiyat Ne İşe Yarar? Sözcükler dergisi sayı1 Mayıs-Haziran 2006
Tahsin Yücel, Söylen ve Yüz, Kitaplık dergisi, sayı 49 Eylül-Ekim 2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder