27 Nisan 2010

Küçük bir çocuk, belki beş altı yaşlarında;
Ağlıyor kaldırımın soğuk taşları arasında.
Rüzgar yalıyor bacaklarını, ellerinde çakıl taşları;
Gözleri hafif nemli, hayata inat çatık kaşları..

Nedendir yalnızlık bu gökyüzünün altında?
Yağmurlar dindiremedi mi kalbinin sızısını?
Sen yine de hep böyle küçük kal çocuk;
Sen büyürken büyümesin hayal kırıklığın..

24 Nisan 2010

İlham Perisi

Güneş gözlerimi ve yemekte olduğum elma dişlerimi kamaştırıyor.Dakikalar onar on beşer geçiyor.Dışarıda bir kız baharla gelen neşeyi saçlarına taç yapmış , ip atlıyor.İnsanlar gülümsüyor ve gülümsetiyor...Ben hariç ...Bir tek benim yüreğim kan ağlıyor.Sözlerini de müziğini de bilmediğim bir sarkıyı mırıldanıyorum.Sol elim cebimde , sağ elimde mutlulukla ışıldayan kıpkırmızı bir elma.Yürüyorum kaldırım boyunca.
Oturuyorum yol kenarındaki bir banka.Denizi seyredip martılara simit atabilecek kadar kaygısız olduğum günleri özlüyorum.Bankta mesajlaşan kızı , telefon kulübesinin önünde başımdan geçenleri , yitirdiğim zamanı , bilinmeyeni...Hepsi mazide kaldı , artık bir cümleyi bile dökemiyorum satırlara , ruhum da kalbim gibi çekildi kabuğuna.
Elmayı bitirip çöpe atıyorum.Herkes mutlu ve tüm insanlar bakıyor umutlu.Onları yazmaya çalışıyorum , olmuyor ; kendimi anlatayım diyorum , yinelemeye düşüyorum.Çünkü ben diğer insanlar gibi bir sevinip bir üzülmüyorum.Benim gözlerim hep bakıyor dolu dolu ve yüzüm görünüyor bulutlu.
Geçmişimi silip yepyeni bir sayfa açıyorum ; ama bu sayfa eskisinden daha kirli.Bu yüzden geçmişimi ve bir mürekkep hokkasına doldurulmuş bitmek tükenmek bilmeyen ilhamımı arıyorum ve gecelerce onlara acıyorum.Artık ağlayamıyorum da , hissedemiyorum.Ayağım uyuştuğu için yere basamıyorum ve bu yüzden insanlar hayallerinde yaşayan biri olarak nitelendiriyor beni.Ellerim tutulduğu için dökemiyorum satırlara hislerimi ya da günden güne hissizleşişimi. Suyun akışına bırakılmaktan nefret ettiğini söyleyen ben , bilinmeyene doğru sürükleniyorum.Bilinmeyenin bilinenden daha belirgin olduğunu öğreniyorum.Böylece bilinmeyenden korkmaktan vazgeçiyorum ve büyüyorum.
Yazamıyorum , ilham perisi uçup gidiyor bilinmez diyarlara.Hissizleşiyorum ve yazamıyorum bir tek kelime daha.İçimdeki gizli bahçeye giden geçitler kapanıyor.Yazacak bir şey kalmadı ; çünkü dertlerim beni benimle bıraktı.Suskunum , ilham perisini bekleyeceğim birkaç vade daha.En azından şimdilik suskunum.Ama bu olamaz kesin bir veda ; çünkü tüm başlangıçlar saklıdır erken gelen bir sonda.

21 Nisan 2010

Güvensiz

Silah sesleri , kafamın üzerinde uçuşan mermiler ve yerde kana sıvanmış boş kovanlar...Bedenim sağlam , ruhum savunmasız.Bu savaşta ben malubum ; ama kim galip?Bilinmez.Cevaplar düşürdüğüm uçağın kara kutusunda saklı.
Yuvarlanan askerler ve yere boylu boyunca uzanmış yorgun bedenim.Kalbimde de bir kan gölü,ki asıl o götürecek beni ölüme.Kırık kalbimi onarmak için kaç değersiz kelam sarf edilecek acaba bu defa?Asıl savaşı içimde yaşıyor ve kendime yeniliyorum aslında.
Satırlara dökülüyor çaresiz ağıtlarım ve boğazımda düğümleniyor tüm kargışlarım.Köstekli saatime işlenmiş yıllar önce aile armam;ama gideceğim yer yaman.Yerden kaldırmak için beni,uzanıyor bir düşman askerinin eli.Tutmuyorum , kalkmıyorum , basmıyorum ayaklarımın üzerine.Ya o da bıçaklarsa sırtımdan beni diğerleri gibi?Susuyorum , zaman ilerliyor ve zihnimdeki savaş sürüyor;ama ben susuyorum.Kimse anlamıyor beni ve kaybediyorum değer verdiklerimi.Gözümden bir damla yaş süzülüyor takvimde koparılan bir yaprak gibi benden koparılan her dosttan sonra.Bir takvimim ben , yaprakları acılarla yoğrulmuş saman kağıdından.Asılı olduğum paslı çivi duvarı çatlatmış ,ha düştü ha düşecek o da.
Beni bu durumdan kurtaracak tek şey o yabancının elleri , korkuyorum , ya on da aldatırsa beni?Susuyorum, içimdeki savaş devam ediyor , hem de giderek hızlanarak.Asker başımda bekliyor hâlâ.Yüzünü inceliyorum.Kapkara gözleri ve dağınık saçlarıyla bana aşina geliyor.Yabancı bir er değil üstelik , benimle aynı üniformayı taşıyor ve aynı amaç uğruna çarpışıyor.Önceden belirsiz olan yüzü giderek netleşiyor:Bu benim.Kendime yardım edebilecek tek insan da kendine güvenmeyen insan da benim.Güvenemiyorum artık kimseye , kendime bile.Kaybettikçe insanlar güvenimi , ben de kaybediyorum kendimi.

YAĞMUR VE SEN

Yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına.Cama vuran her damla yüreğime inen bir darbe aslında.Kalbim henüz yaşamadığı bir kederin sıkıntısı içerisinde.Bunalıyorum herkesten ve her şeyden.Yalancı insanların kurduğu entrikalar dolu bir dünyanın havasını soluduğum her an daha da yabancılaşıyorum ait olduğum yere.Doğrusunu söylemek gerekirse buraya ait miyim,değil miyim bilmiyorum.Ait olmasam da aitmişçesine oynuyorum.Göz pınarlarımı kurutuyor acılar,hassas benliğim daha fazla dayanamıyor bu dert silsilesine.
Yan odalardan birinden geliyor onun sesi.Az önce gördüm en son;ama onu saat başı görmek benim içi yetersiz.Kelimeler kifayetsiz ve en güzel sevgi sözcüğü bile değersiz.Ona olan hislerim ne zaman,nasıl başladı,bilmiyorum.Tek bildiğim onsuz yapamadığım.Günlerdir kaçıyor benden,eskisi gibi olabiliriz diye kovalıyorum ben de onu.Ne yaparsam yapayım tablo değişmiyor.o hep kaçıyor,makus talihim ise hep susuyor.Sevmekle sevmemek arasında ince bir çizgi var,ben o çizginin başladığı yerdeyim.
İçim sıkılıyor her saniye.Yaşamaktan elimi ayağımı çekip yağmuru izliyorum.Onun sesini artık duyamasam da aklım hâlâ onda.Odanın içerisinde eski bir divan...Duvarları pembe,çiçekli bir duvar kağıdıyla kaplı.Duvar kağıdı yer yer kalkmış.Yaşanmışlık kokuyor odanın her bir yanı.Ama şu an,yaşamdan çok ölüm var bu odada aklımda.Zihnimdeki derin karmaşaya son verip bavulumu toplayıp gitmek istiyorum buradan çok uzaklara.Ölümle yaşam arasında seçim yapamıyorum şu anda.Bir yanım sensizlik denen acı gerçekle savaşmaya çalışırken,diğer yanım da bu boş anımı fark edip sıvışıp kaçıyor.Yarım kalıyorum,zamanla yarım kalıp yalnızlaşmaya da alışıyorum.Üşüyorum,kalbim buz tutuyor zincirleme gelen tipi fırtınalarından sonra.Bedensel bir şey değil bu,eğer öyle olsaydı azat ederdi ruhumu bıçaktan keskin soğuk,üzerime bir hırka geçirince ve ben tüm dertlerden arınabilirdim böylece.Ama çok zor yüreğime yağan tipiyi kazıyıp derinlerdeki mutluluğu güneşle kavuşturmak.
Yağmur hızlanıyor giderek ve bir yavru köpek sırılsıklam olmuş.Havlamaya çalışıyor derdini anlatmak için,kesik çığlıkları tırmalıyor kulak zarımı.Hayat onu da sarsmış derinden ve hırpalanmış olduğu belli her hâlinden.Kalbim onun gelme ihtimaliyle küt küt atıyor ve saatten tik tak sesleri yankılanıyor.Korkuyorum,hava karanlık,zifiri karanlık.Canım sıkılıyor,yalnızlık dört bir yanımı sarıp yüreğimin el değmemiş köşelerini fethediyor.Bir baykuş kocaman gözlerini açıp bakıyor bana öfkeyle.Ondan da,yalnızlıktan da,senden de,sensizlikten de korkuyorum.Bir gün tamamen ayrılırsa ellerim ellerinden ve araya girerse mesafeler inceden inceden,işte o gün ben de biterim tez elden.
Yağmur kesiliyor,sesini hâlâ duyamadığımdan olsa gerek,ben de senden ümidi kesiyorum.Ama ne kadar inkar edersem edeyim seni yüreğimden silip atamıyorum.Yağmurdan sonra etrafa yayılan toprak kokusundan kopamamak gibi bir şey bu...

BEYAZ ODADAKİ KELEBEK

Ufacık bir bebek gözlerini açtı ilaç kokan , loş bir hastahane odasında.Kozasından yeni çıkmış bir kelebekti o , rengarenk ve tertemiz düşlere uçacaktı.Önce babasını kaybetti , evin direği yitip gitmişti onun gözünde.Artık uçarken takılıp düştüğünde onu yerden kaldırıp şevklendirecek bir insan yoktu.Yemyeşil ağaçlarla çevrili hayal ormanına koskoca bir balta vurulmuştu."Kalan sağlar bizimdir."deyip devam etti yoluna.Hayatın çakıllı yollarında düşe kalka sıyrıklarla kaplanmıştı vücudunun her yanı.Yine de umut kırıntılarını toplayıp zihninde , devam etti yürümeye elleri ceplerinde.
Büyüdü.Büyüyünce anladı çocukluğun altından değerli bir çağ olduğunu.Eski bir döşeğin üzerinde duruyordu annesinin yorgun bedeni.Ölüme adım adım yaklaşan annesine"Elveda!"ların en güzellerinden bir demet yapmıştı.Daha o demeti sunamadan , annesinin ruhu sonsuzluğa uzandı.Ağladı , artık hayat denen patikada hiçbir çiçek açmıyordu ve güneş eskisi gibi gülümsemiyordu.Haykırdı acısını ; ama kimse duyamadı onun sessiz çığlıklarını.
Annesi de gidince bir elinde kardeşinin yumuşacık eli,diğer elinde nice mutlu günlere tanıklık etmiş ahşap bir bavulla kalakaldı bir tren garında.Önünden nice trenler geçti ; ama hiçbirinden beklediği haber gelmedi.Paltosunu çıkarıp kardeşinin üzerini örttü soğuk bıçaktan keskin olunca."Kalan sağlar bizimdir."deyip kardeşine kol kanat gerdi.
Bir gün bir yabancı yaklaştı yanına.Yabancı , hayatın sillesini yemiş bu çocuğun elindeki son "sağ"ı elinden çektiği gibi aldı ve çok uzaklara götürdü. Ne olduğunu anlayamadan yıllar geçti ve takvimdeki yapraklar birer birer uçuverdi.Çocuk büyüdü , hâlâ anne sevgisine muhtaç bedeni zorluklara göğüs geremiyordu artık.Uykusuz geceler vekafein dolu düşlerle kaplıydı dört bir yanı.Sustukça sıra ona geldi ; ama o itilip kakılsa da susmaktan vazgeçmedi.Sessizliğin boşluğunu doldurmak için kafasında hayaletler üretti kafasında , onlara inandı ve hayata onlarla tutunmaya çalıştı.Kalan sağlarla yaşamaktansa sağ olmayanlarla mutlu olmaya karar verdi.Özlemiyordu artık kaybettiklerini.Zihninde yitip gidenlere ait siluetler dolaşıyordu.Acaba var olmuş muydu onlar?Artık hayal ile gerçeği ayırt edemez olmuştu.Sadece rüyalarındaki peri kızını düşünüyor ve yalnız o peri kızı için yaşıyordu.Hayatı boyunca o kızı aradı;ama hayaline sarıldı aslı dururken.Evi sokaklar oldu ve kaybettiklerini yaktığı kartonların üzerinde ellerini ısıtırken hatırladı.Hayal meyal...Kardeşine ne olmuştu acaba?Kardeşi olmuş muydu hiç , yoksa her şey onun hayal dünyasını ürünü müydü?Annesi ile babasına ne olmuştu?Kuşlar nasıl yorulmadan kanat çırpardı sabahtan akşama ve niye dönerdi dünya? Bir gün siren sesleriyle uyandı.Aklının iplerini salalı uzun yıllar olmuştu.Deli gömleğini giydirip bembeyaz bir odaya kapattılar , kelebeği tekrar hapsettiler kozasına.O bembeyaz oda , onun gözünde rengarenk dünyalara açılan bir kapıydı.Kalanlar sağ olmasa da o hâlâ sağ idi.Yoksa değil miydi?

12 Nisan 2010

Mavi Ateş Böcekleri

Adam, esir düştüğü, sonsuzluğu görünmez kılan duvarların arasında başıboş bir şekilde yürüyordu.Onu esir eden o labirentin duvarlarının arasına bağnaz fikirler, çıkarcı haykırışlar ve birçoğu, sıkışmışlar; adamın geçtiği her yerde kafasına girip kulaklarını parçalarcasına beyninin etrafına örümcek ağları örüyorlardı.Adam örümcek ağlarını sadece çıkış yolları ararken o upuzun duvarlardan gözlerini aşırıp geriye kalan bir avuç gökyüzünün-içinde birkaç siyah bulut da olsa-ışığıyla yüzünü yıkadığında beynine sızmayı başaran umut kırıntılarıyla parçalamaya çalışabiliyordu.Adam o zamanlar hep; dünya gibi, sadece yüzünü ona çevirdiğin zaman güneş seni aydınlatır diyordu.Gözlerinin hep gökyüzünde olması da bundandı zaten.Gündüzleri kurtuluş yolu buydu da delirmekten, peki geceleri?Her gece nerden geldiği belli olmayan bir ışık yansıyordu o koca duvarlarına labirentin.Yansımanın kuvvetli olduğu yer onun köşesiydi; hep o tarafaydı yönü.
Geceler ve gündüzler, yalnızlık ve esaret, aynı zamanda tuğlaların arasına sıkışmış şu saçma sapan sesler...Geçip giden zamandı sadece; diğerleri hep kalıcı.
O gece, diğerlerinden çok daha yalnız olduğu ve esaretinin bile sınırlarındaki kapıları kırmak için uğraşacak kadar esir düştüğü o en karanlık gece, bir şeyler değişti.Nerden geldiği bilinmeyen gizemli ışık çoğaldı, çoğaldı; sonunda öyle arttı ki o saçma haykırışlardan ses çıkmaz oldu.Hatta labirentin duvarlarının boyu bile kısaldı:Bütün tuğlalar sinmişti çünkü kendi köşelerine.Fırsatını yakalamıştı adam.Hiç olmadığı kadar hızlı koştu, yönü bildiğinden değil-ışık onun da gözlerini kamaştırmıştı-içinden gelen sesin dediği yöne attı adımını, sonra ötekini ekledi ve kolları tüm bu devinime uyum sağlayarak sallanmaya başladı.Tüm bunlar olurken geceydi hâlâ gece olmasına, ışık bölemiyordu geceyi:Adı gündüz değildi ne de olsa.O, başka bir şeydi, bir alevdi tutuşmayı bekleyen.Ve o alev, o özgürlük alevi, gözlerine sıçradı.Ulaşmıştı yıllardır aradığı şeye içindeki labirentte.Bulmuştu merkezi ve esaretin parmaklıları özgürlük tarafından paramparça edilmişti.
Gözlerini açtı; evet, ışık onun içindeydi, başka bir yerde değil.Ve o kapkaranlık gecede özgürlük onu oraya, bütün o yüksek duvarları ve saçma haykırışları yenerek içindeki labirentin ortasına getirmişti.Bulduğu şey, ışığın merkezi olan şey, bir fanusun içinde birkaç ateş böceğinden ibaretti.İçlerindekini sadece gece gösterenlerdi o ateş böcekleri.Gündüzleri uyuyup siyah bulutların, ışık beyazının ve özgürlük mavisinin üstünü yavaş yavaş ve sinsice örtmesini göremeyenlerdendiler.Neden sadece en karanlık zamanlarda ortaya çıkarlardı ki?Neden sadece en zor anlarda dökerlerdi ışıklarını etraflarına?Adam cevap veremedi; sadece artık onlar da özgür olsunlar istedi.Fanusu kaldırdı ve ateş böcekleri birer beyaz nokta olarak geceye karışmaya uçtular.Tozup siyahla örtülecekleri sırada patladılar.Gece sonlandı ve adamın içindeki labirent yıkıldı.Sonra adam düşünmeden yüzünü güneşe çevirdi.Beyaz ve köpüklü bulutlar üstünde dilediğince uçup rüzgarları döve döve ilerlemeye ve beyaz bir ışık olup etrafındaki ışık ordusuna karışmaya hazırlandı.Gözlerindeki ateş mavi ve saftı.

Su

Bir damla...
Sonra birkaç tane; ardından birkaç tane daha...
Tek bir çizgi halinde, aynı zamanda sakin...
Az sonra biraz daha yoğun öncekinden...
Sonunda delicesine, sıçrata sıçrata etrafına,
Taşıra taşıra biriktirdiklerini...
Yeri geldiğinde bir kelebek, yeri geldiğinde bir kaplan...
Su; sadece su...

10.15

Eski duvar saati durmuş yine...Tepesindeki guguk kuşu fırlamış ve yerinde yeller esiyor.Yaylar sallanıyor saatten aşağı ve yalnızlık sesiz adımlarla volta atıyor odanın içerisinde.Pencereden sızan bir parça ışık billur billur yayılıyor sessizliğin ortasında.Duvar saatinin sarkacı suskun ve zaman durgun... Kol saati 10.15'i gösteriyor.Yıpranmış kayışında mavi bir leke.Bozuk duvar saati de doğruyu gösteriyor üstelik:10.15. Basitçe biçimlendirilmiş bir döşek ve üzerinde tüyden hafif bir örtü.Kullanılmaktan yıpranmış ve rengi atmış örtünün,tıpkı dünya gibi değersizleşiyor o da günden güne.Odanın tavanında örümcek ağları,tabanında da yılların lif lif ayırdığı acılar ,kavgalar ve ne kadar küçülürse küçülsün yok olmayan karanlıklar.Yan odadan yayılan acı bir çığlık...Zavallı bir bebek daha gözlerini açıyor bu kirlenmiş dünyaya.Daha doğar doğmaz ağlatıyorlar onu gözünün içine baka baka.Kulağımda bir adamın karısına ettiği küfürler ve kadının hıçkırıkları...Saat 10.15 hâlâ.Yukarıdan gelen müzik sesleri ve pencereye çarpıp yayılan dolu taneleri...Karşıda saat kulesi...Etrafında boz,halkalı güvercinler.Küçük çocuklar simit atma telaşı içerisinde ve zaman her şeye inat kaygısızca ilerlemekte.Akreple yelkovanın ilerleyişine seyirci kalıyoruz her gün,her saat.Anı dolu dolu yaşamaktansa başkalarının bizi sokmak istedikleri kalıplara girerek can bulmaya çalışıyoruz.Bu yüzden giderken "Elveda!"demekten bile utanıyoruz .Her şeyi içimize atıyoruz ve işte bir gün aynen böyle patlıyoruz.Saat 10.15...Karşı kaldırımda bir kadın ,elinde küçük çantası ve cebinde yok hiç parası.Yanından iyi giyimli bir adam geçiyor,elinde evrak çantası ve cebi dolu yatim parası.Elinde eski bir köstekli,dolanıyor heybetli heybetli.Saati altın kaplamalı ve ince işlemeli;ama saat aynı:10.15.Sahil kenarındaki bankta bir kız oturuyor .Şemsiyesini açmış doludan korunmak için,boyuna bir şeyler yazıyor önündeki kağıda.Cep telefonuna bakıyor saati merak edince,ne akrep umrunda,ne de yelkovan.Boyuna yazıyor ve gözlemliyor.Telefonuna bakmaya karar veriyor.Cevaplanmamış ve asla cevaplanamayacak üç beş çağrı ve eş dosttan ya da gereksiz bir firmadan kısa mesaj.Önemsiz,boyuna yazıyor o;saat 10.15.Falcı kadın kandırabileği birkaç müşterinin yolunu gözlemekte,para kokusunu özlemekte,dünya her zamanki gibi dönmekte;saat aynı. Çocuk bilgisayarın büyüsüne kaptırmış gözlerini,fıldır fıldır bakıp peltek peltek konuşmakta.Zamandandan kendini soyutlamış,geçen günlere tasalanmamakta.Arada bir gözü kaymakta ekrandaki saate:10.15.Onun gözünde zaman da hayat gibi mekanik,sıkıcı ve tekdüze. Alarmı çalmakta dijital saatin.Küçük kadın küçük gözlerini açmakta şaşkınca.Üzerinde tekdüze bir hırka ve göz altları geceden kalma.Her şey aynı bu diyarda. Kadın ağlamakta ve hıçkırıklarında boğulmakta.Beyaz bir mendil bırakıp geride köprüye yanaşmakta.Aklında dilenmemiş özürler ve kalbinde satırlara dökülememiş kelimelerle zorunlu bir vedaya hazırlanıyor.Saat 10.15,herkes ayrı âlemde,herkes kendi derdinde ve dünya dönmüyor artık zihnimde.

4 Nisan 2010

Sen de Özledin mi?

Gözlerimi açtığımda tekrar karanlık görmek zor geliyor artık,görememek hiç birşeyi,eskisinden de kötü.
Aydınlıkla hiç tanışmamış bir kelebek,geldi ve geçti,artık bitii.Artık karşılaştı onunla,geri dönse de alışamaz karanlığa.Kaybettik onu.Ama ya mecbur kalırsa,aydınlık da geçicidir, ya bir gün kararırsa,kapanırsa hava,en çok ona üzülüyorum,ondan korkuyorum.Bulamıyacağına inanmayacak,bunu biliyorum ,en çok ona üzülüyor,ondan korkuyorum.
"Ben, hiç tam anlamda göremiyen,her zaman karanlıkta kalan bir kurban,belki de talihli ya da suçlu."Geçen sene bu dönemlerde kalemimden çıkan bir itiraf,bir amaç,belki bir korku.Artık gördüm ışığı,keşke görmeseydim dedim bazen, diyorum da şu anda.Karanlıktayken öyle düşüneceğim tabi.Alıştığın bir yeri terketmenin en kötü yanı nedir bilir misin?Orayı hep özlersin ,ama oraya dönünce de sevemezsin,göremezsin etrafını.Görebildiğin karanlık,göremediğin pişmanlığa dönüşür,tıpkı birazdan öleceğini bilmeden yaşayan bir kelebek gibi,güneşe uçabileceğine inanan,ona yaklaştığını sanan,en sonunda da kapatan karanlığa gözünü.Sonra da hep karanlıkta kalsaydım diyen.
Işığı özledim,sen de özledin mi?Görebilmeyi özledim,sen de özledin mi?

GİZLİ BAHÇEM

Kendimi boşlukta hissediyorum.Yaşama sebebim olan her şey aniden yok oldu sanki.Sonbaharda savrulan yapraklar gibi dağıldı umutlarım apayrı köşelere... İnsanın yaşama küsmesi böyle bir şeymiş demek ki...Tavşanın dağa küsmesi misali.Senin ona küstüğünü bilmiyor hayat,hoş bilse de ne kadar önemser ki?Mutlu görünerek aşmaya çalışıyorsun tüm zorlukları. Yalnız ama mutlu görünmeye çalışmanın da bir sonu olduğunu anlıyorsun.Ölüme yakın olup yaşamdan gittikçe uzaklaşmaya başladığın anda oynayamıyorsun kimseye karşı.Perde kapanmaya başlıyor usulca senin için.Kesilmeyen alkışlar eşlik ediyor gidişine ya da derin bir sessizlik arttırıyor sükut-u hayalini.İkisi de zor aslında...Hayattan kopuşun iki ayrı trajik finali...Veda etmek her şeye rağmen zor yani. Peki ben niye bunları düşünüyorum?Nedir beni bu dipsiz melankoli kuyusuna atan?Belki de hayatla yeni yeni tanışıyorum,yaşamanın ne olduğunu yeni yeni anlıyorum.Ya da tüm bu gerçeklikleri yeni yeni anlamlandırıyorum.Yıllardır tanıdığımı sandığım insanların hepsinin gerçek yüzünü görüyorum.Gece yarısı oluyor ve maskeler iniyor.Maskeli balodaki yüzlerin sahte olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorum.Nefesim kesiliyor âdeta,gördüğüm içler acısı manzaraya şaşıyorum.Bedenimi orada bırakıp yanıma sadece ruhumu alıp koşuyorum rüzgâra karşı.Savurup saçlarımı koşuyorum umarsızca.Dertlerimden arınabilmek umuduyla rüzgârdan medet umuyorum.Ancak dertler zincirleme geliyor.Ne yaparsam yapayım kendimi alıştıramıyorum bu tempoya.Çocukluğumun tozpembe düşlerini geride bırakıyorum pembe gözlüklerimi çıkarıp atarken...Bu kirli dünya düşlerimi de mahvediyor.Güçlü olabilmek uğruna beni benden alıyor.Benliğini yitiren bir insan artık nasıl güçlü olabilirse... Belki de insanın kendine yeni bir dünya yaratması gerekiyor.Yaşayamadığı anları yaşayabilmesi,en azından yaşamışçasına hissedebilmesi için.Tamamen mutluluklarla dolu,kocaman bir dünya... Gerçeklerden tamamen uzakta...Gerektiğinde bu gizli bahçeye saklanıp huzur bulabilmek gerek. Ama şu an öyle bir durumdayım ki gizli bahçeme giden yollar bile tıkandı.Sorun tayfunum, tüm mutluluklarımı katıyor ardına.Giderken dönüp bakmıyor bile ardına.Eski dostlar gibi âdeta...Gelip ortalığı dağıtıyor,sonra da hiçbir şey yapmamış,hayatını mahvetmemiş gibi sorumsuzca çekip gidiyor.Sen de bu gidişe dur diyemiyorsun.Sel seni de sürüklüyor.Kendine değil de yaşayamadıklarına , kaybolan geleceğine acıyorsun.İşte böyle bir şey kopuş noktasına yaklaşmak.Belki bir güçsüzlük göstergesi.Ama o noktaya gelince hiçbir şeyin mânâsı kalmıyor.Kalabalıklar içinde yalnız kalıyorsun.Gecelerce yalnızlığınla baş başa oturuyor,anlattığın masallarla kendini avutmayı da bir süre sonra başarıyorsun.Ufak tebessümlerle kandırıyorsun kendini.Bu tebessümlerin birer yalan olduğunu biliyorsun;ama yalnızlığını yine kendinle gidermekten başka çaren kalmıyor.Elinde kalan umut kırıntılarını birleştirip serum yapıyorsun kendine.Yaşamını küçücük şeylerle devam ettirmekte zorlanabiliyorsun.Yeri geldiğinde tökezliyorsun da.Düşe kalka öğreniyorsun hayatı.Yara bere içinde devam etmeye zorluyorsun kendini.Küçücük hırslar yönetiyor bedenini. Kendimi kaybetmeden önce son vermem gerekiyor bu düşüncelere.Rüyamda kaybettiğim gizli bahçemi bulabilme umuduyla gözlerimi kapatıyorum.Sonuçsuz ve sorumsuz rüya denizinde boğulmamak umuduyla açılıyorum.

3 Nisan 2010

Bir Oyun Sahnesi: Dil-Anlam

Anlayamıyoruz, anlamlandıramıyoruz, insan olarak.

İletişim kuramıyoruz, insanlar olarak.

Bizim için, anlama- anlamlandırma- iletişim kurma olanaklarını yaratıp, eşzamanlı olarak da bunlara izin vermeyen varlık nedir? Dil. Eşyaya anlam yüklememizi, eşyayı kendimize ve/veya diğerlerine sunmamızı sağlayan varlık olarak “dil, nerede insan varsa, orada bulunur.” Dilin kullanıldığı yerde ise, konuşan- dinleyen/ yazan- okuyan insanlar vardır, bazen tek kişi, bazen de bir topluluk olarak. Ayrıca “dil, söyleyen ve işitenin diyalogunda o zamana kadar mevcut olmayan bir şeyi görünüşe çıkarır ve konuşanlar için dünyayı açık kılar.” Dilin dille, anlamla, insanla ilişkilerinde önemli bir nokta vardır ki o da bu ilişkilerin, çeşitli neden- sonuç bağlamlarında artzamanlı olarak var olmaması; bilakis bu ilişkilerin eşzamanlı ve kopamayacak olmasıdır.

Dil hakkında birkaç yüzeysel saptama yaptıktan sonra, burada değinmek istediğim esas konuya geçebilirim: anlam

‘Anlam’ kelimesi, sözlüğe baktığımızda karşımıza “bir kelimeden, bir sözden, hatta bir davranış veya olgudan anlaşılan şey; bunların bize hatırlattığı düşünce veya nesne” tanımıyla çıkıyor. Anlamın anlamını öğrenmek için çıktığımız yolda, ‘anlamak’ fiiliyle karşılaşıyoruz. O ise bizi, “bir şeyin ne demek olduğunu kavramak” tanımıyla, ‘kavramak’ fiiline yönlendiriyor. Onun tanımı ise bizi başa döndürecek: “Her yönünü anlamak.”

Sözcüğün ne ifade ettiğiyle ilgili bir sonuca varamadığımızı görüyoruz. Sözcüğün etimolojik incelemesi ise “anla + ım” formülünü sunuyor. ‘Anla-’, anlamak sözcüğünün de kökü olan ve her hangi bir somut tanımı olmayan dil ögemiz. ‘-ım’ eki ise, fiilden isim türetirken kullandıklarımızdan (eyle-eylem/ bağla- bağlam). Küçük bir oyun oynadığımızda, biraz daha belirir gibi oluyor. Oyuncağımız olacak sözcüğü –anlam- ikiye bölüyoruz. Elimizde, biri tek başına bir şeyler ifade eden, diğeri ise yardımcılara ihtiyaç duyan iki öge var: ‘an’ ve ‘-lam’. An, “zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası”na verdiğimiz ad. ‘-lam’ ekini de, ‘bağ- bağlam’ türemesindeki işlevinden yola çıkarak ele aldığımızda, anlam sözcüğünü bir nebze olsun görünür kılma çabamızın ürününü alıyoruz: eşyanın, bir an içerisinde, bizde yarattığı etkiler, çağrışımlar, imgeler bütünü.

“Anlamın anlamı nedir?” sorusunun cevabının belirlenemezliği başka sorulara yöneltiyor bizi. Anlam ne işe yarar? Eşyanın anlamları sınırlı mıdır?

“Anlam, anlama, birbirine benzemez iki öge arasındaki ayrıma işaret eder.” Eşya arasındaki sonsuz benzerlikler ve farklılıklar, sonsuz bir anlamlama olanağı sunar bize. Sonsuz anlamlar kümesi, farklı yaşantılar geçirmiş insanların sözcüklere farklı anlamlar yüklemesi ‘sayesinde’ dizginlenebilme ihtimalini kaybeder.

Anlamın sabit/ tek olmadığını ileri süren düşünür Jacques Derrida’nın yöneldiği yola sapmanın eşiğindeyiz şimdi. Derrida’nın oyun hevesine değinmeden önce, anlamın dile getirilişiyle ilgili bir eğretileme sunmak istiyorum.

Bir okyanusumuz var ve içindeki suyu içmemiz bizim için gerekli(?). Bir tas alıyoruz ve suya daldırıp içini dolduruyoruz. O sonsuz su birikintisinden aldığımız cüzî miktardaki suyu içmemiz için ise kaşık kullanmak durumundayız; zira bize bunu öğretmişler. Tasa saldırıp, yalayıp yutmuyoruz. Kaşığı kullanarak içiyoruz suyumuzu; fakat bir sorunla karşılaşıyoruz. Tasın dibinde hâlâ su var ve kaşığımızla alamıyoruz onu. Ekmek banmak ya da kediler gibi içmek fikirleri doğuyor burada; ama herkesin harcı değildir bu; çünkü kelimelerin kullanılmadığı sanatlara karşılık geliyor o davranışlar.

Sanırım, bulunduğumuz konum Jacques Derrida’dan bahsetmek için çok uygun. Neden mi? Çünkü o, yukarıda sunduğum eğretilemenin tamamına karşı çıkıyor. Anlamın, dile getirildiği andan önce de var olduğunun kabulünü, Batı İdealizmi’nin bir zayıflığı olarak görüyor. Ona göre, “anlam, anlamlama ediminden ne önce ne de sonradır.” Anlamın belirlenimsizliğini göstermek için, göstergeleri ele alır. X göstereni, bizi Y gösterilenine yönlendiriyorsa, Y gösterileni de bir başka gösterilene yönlendirir ve gösterilen olduğu kadar gösteren de olur. Artık sabit değildir, hem vardır hem de yoktur. Bu durumu bir ‘yerini alma’ oyunu olarak görür ve bu görüş, “anlamlamanın alanını ve oyununu sınırsızca genişletir.” Mevzu bahis akışkanlığın bize etkisiyse, bizleri “neşeli bir anlam yaratma sürecine götürmesidir.”

Klasik anlayışa büyük bir karşı çıkıştır ve yeni bir bakış açısı sunar. Dile getirilen anlam, varlığını dile getirilmeyene de borçludur ve onun izlerini taşır. Sadece dile getirildiği için onlardan üstün olması gibi bir durum ise söz konusu dahi olamaz.

Dile getirileni (dil kullanarak doğrulanı, anlamı) bir arazi olarak ele alırsak, yatay-anlam/ dikey-anlam üzerine bir eğretileme elde ediyoruz. Dikey-anlam söz konusu olduğunda, dile getirilen açık şekilde sunulduğu için o noktaya odaklanılır. Birisi bize petrolün yerini göstermiştir ve o noktayı kazarız. Yatay-anlam ise arazinin genişliğini sunar bize. O noktadaki petrol, orada bulunmasını, bulunmadığı bölgelere de borçludur. Önemli olan arazinin bir noktası değil tamamıdır. Dikey olarak çalışmak yerine, yatay olarak ‘oyun oynar’ bu görüş. Her nokta ve bölge önemli olduğu içindir ki “hiçbir yorum nihai yorum olma iddiasında bulunamaz.” Ayrıca, “bu yaklaşım, sınırsız geriye gitmenin (bir köken veya bir hakikat aramanın) acısı yerine; sınırsız bir yaratımın zevkini koymaya çalışır.

Yazımın sonuna geldiğim için, birkaç soru dile getirmek istiyorum. Bu sorular, var olan metin üzerinden alt-metne ulaşmaya çalışanları değil üst-metin yaratmaya çalışanları ilgilendiriyor.

Gördüğümüz üzere anlamı anlamlandıramıyoruz; fakat o da peşimizi bırakmıyor.

Bu ayrılamazlık içerisinde, anlamı dile getirmeye mi çalışacağız, yoksa anlam üzerinden oyun mu oynayacağız?

Kontrolümüz dışında yaşayan bu oyunu ciddiye mi alacağız, yoksa ciddiyetle mi oynayacağız?


Diğer Dört Parmak

(Nazım'ın "Başparmak" Yazısı üzerine.)

Başlığımın “Diğer Dört Parmak” olması, onlardan bahsetmemi gerektirmediği gibi, yalnızca okura yönelik bir hatırlatma amacıyla bulunmaktadır bu yazının başında. Başka bir amaca hizmet etmesini planlamış değilim, bir işlev bulursanız ne âlâ.

Öyleyse sizlere, Nazım’ın “Başparmak” metaforunu nasıl kullandığını anlatacağım ve bu yazının bizi götürebileceği yerlere gitmeye çalışacağız. – Evet, bu yazıyı bir durak olarak ele alıp, başka yerlerin- konuların- olguların tartışılması için yollar açacağız.-

Yazıyı okurken “Başparmak” ile değil, işaret parmağıyla takip edeceğimizi de belirtmem gerekiyor. O zaman başladım.

İlk paragrafta, “Başparmak”ın ideolojik bir figür halinde sunulduğunu görüyoruz. Diğerlerinden yüksekte bir figürdür. Onların hayatlarına karışmamak gibi bir düşüncesi yoktur; bilakis karışır- müdahale eder ve onlar adına karar verir. Ebeveyn, eğitmen, yönetici, entellektüel, Nietzsche’nin kullandığı anlamında “Üst- İnsan” vb. pek çok figüre varabileceğimiz bir konuma yerleştirilmiş metaforik ögemiz. Fakat gözden kaçırdığını düşündüğüm bir nokta da yok değil. “İşlev”den bahsettiğimiz zaman, bir ‘araç’tan konuşmuş oluruz ve araçlar üstün değildir- aksine metadır. “Görev” yahut “Sorumluluk” gibi kelimeler tercih edilebilir.

İkinci paragrafta ideolojik konumuyla devam ediyoruz. Zayıf gladyatör idam mı edilecek, hayatta mı kalacak? Buradaki karar siyasi gücü olan insanlar tarafından alınır ve alınacak bu kararın halk üzerinde yaratacağı etki düşünülerek alınır. Kişi ölürse halk doyacaktır; eğer ölmezse, “Devamı haftaya” şeklinde bir bitiriş ile askıya alınacaktır- beklemek durumunda bırakılacaktır.

“Sadece hiçlik tamdır” iddiası ise fazla kuvvetli(?), iddialı olmasının yanında insanı düşünmeye sevk edemiyor- insan, hiçlik üzerine düşünemez.

Kendisini diğerlerinden ayırdığını söylüyor Nazım bizlere, onun dışarı atılmış olması ihtimalini görmek istemeyerek. Alttan alttan, toplumun dışında olup yine de toplumu yöneten bir figür çizilmiştir ki bu figür ne kadar tutarlıdır, okurun takdirine...

Hemen üstüne de bizi Divan Edebiyatı’na götürür. Çok kuvvetli bir çağrıdır burada karşımıza çıkan ve okurun tepkisinin olumlu olmasını ister- her çağrı gibi. Devamı da boş kalmaz buradaki gönderme- yönlendirmenin, “Dönülmez akşamın ufku”. Yazıdaki en kuvvetli göndermelerden biri karşımızda yine; fakat bu gönderme üzerinden ilerleyemeyeceğim birikim eksiğimden ötürü.

Ardından, sevgi ve aşk ile karşımıza çıkar “Başparmak”. Her ne kadar iyi kavrasa dahi o tensel zevki tam olarak tadamamaktaymış kahramanımız. Ama bu bir sorun değildir onun için, ne de olsa o “üstündür”. ‘Sevgiden söz ederken hiyerarşi yaratmaya çalışmak’ oluyor Nazım’ın burada yapmaya çalıştığı. Yunus Emre yahut Mevlana’nın kemikleri sızlıyordur eminim.

Bir sonraki paragrafta karşımıza aile reisi olarak çıkmasına karşın, bir önceki paragrafta dile getirilmiş olan “Sevgi”den oldukça uzaklaşmıştır kahramanımız. Döver, kızar, yola getirir. Alkolik ya da sorumlulukbilincinden nasibini alamamış bir babayla karşı karşıyayız.

Yumruk sıkıldığı anda, artık askeriye sınırları içerisindeyizdir. Sıradaki düzeni bozan, cezasını çekecektir.

Akıllara kazınan o “Aslan Kral” kapağındaki gibi, bir kayanın üzerine çıkıp gerinmektedir şimdi. Kükrüyordur. Dolup taşan bir coşku içindedir – Nietzsche üzerinden Dionysos’a ve insanın ikinci haline gidebiliriz buradan.- ve yine davetkârdır; fakat tehlikelidir de. Bizi çağırdır yer özgürlük müdür, yoksa onun egemenliği altındaki bir kraliyet mi? Bizi çağırdığı yerin özgürlük alanı olduğuna inanmamızı engelleyen bir devamı var yazının. El ayasının onu desteklemesinden bahsedilmektedir, üçkağıt- torpil- adamkayırma gibi yollarla yükselen siyasetçiler gelir burada yine aklımıza- kuvvetli bir ideolojik noktadayız yine-. Ayrıca, dudağa/ kaydırağa benzettiği bölge ise bu tezimi güçlendirir niteliktedir. Dudağın özelliği konuşmamızı sağlamasıdır – ayrıca, yalan söylememizi- ve kaydırağın özelliği ise onun üzerinde kalıcı olamayacağımızdır, kayıp/geçip gider ve unutuluruz. Şuraya varmak istiyorum: Siyasetçilerin yalan söylemek alışkanlıklarını dudak ve kaydırak ögelerini kullanarak bize sunmuştur.

Hiçbir yere batmayacağına dair iddia ise tamamen asılsızdır. Bütün yazı onun egemenliği altındaki bir istibdat hükümetinde gezindikten sonra buna inanmamız beklenmemeli. Kaldı ki gitara en çok tokat atan da odur.

Gözlerini bir kez açacaksa insan hayata, düşünceleriyle atacaksa adımlarını, duygularıyla hissedecekse yaşadığı en küçük anı; kendi arzularının, büyük umutlarının peşinde yol almalı. Bir şansı, tek bir hayatı varsa hayallerine dokunmak için yolun sonuna kadar çırpınmalı. Ama tüm bu benliğe kavuşma mücadelesi, bazen insanın avuçlarına alamayacağı kadar uzak ve erişilmez sanki. Ne durdurabilir ki sağlam insanı, ne çevirebilir ki onu umut taşlarıyla dolu yolundan... Fakat bir acizlik var gibi, bir şans ya da talihsizlik var, kader var...

Dünyada adalet iyiyle, iyiyle kötünün arasındaki o hassas çizgide, insanın bencilliğiyle kaybolmuş uzun zaman önce. Büyük hayaller kurmak mı insanı mutluluğa götüren, yoksa büyük hayaller mi kalbinin kanatlarıyla havalanmış insanı gökyüzünden düşüren? Farklı insanları ve onların hayatlarını besleyen şu dünyada ikisi de var benim için. Kendi yolunda ilerlerken kaderin darbesinde boğulmuş olanlar için acı ve 'biz' kavramına inananlar için var acımak...

Keskin bir çizgiyle ayıramayız hiçbir şeyi. 'Bu doğru,' 'Bu yanlış,' diyemeyiz. Bir taraf hırçınken, diğer tarafın kan ağlamadığını nasıl bilebiliriz? Ya da bir hatanın suçlanmış insanın değil de, perdenin arkasında o insana yapılan bir talihsizlik olduğunu nasıl fark ederiz? Sokaktan geçen sarhoş bir insana kınayan gözlerle bakarken, o insanın ne yaşayıp da böylesine bir çaresizliğin sömürgesine girdiğini hangimiz düşünürüz? Kıran, acı çektiren insan da kırılmıştır belki defalarca...

Susanna Tamaro der ki, "Kader insana yürüyeceği yolu döşemiştir aslında, bize kalan sadece o yolu yürümektir." Büyüğüyle küçüğüyle, zenginiyle fakiriyle, yaşlısıyla genciyle birçok insanın hayatı bu sözden ibaret aslında. Bin kere düşünmeli insan, çabuk eleştirmemeli, ayıplamamalı, hor görmemeli... Görülen acınası vaziyet insanın değil; masumiyetin, hayatın bir oyunu olabilir nice nice Zehraların hayatında...

2 Nisan 2010

İnsanlar ve Hayaller Üzerine

Bir kez daha kalabalığın içinde yürümeye devam ediyordu. Herkesin ortasındaydı, aynı zamanda kalabalığın sonundaydı. Onu görünüşte diğerlerinden ayırmak pek mümkün değildi, o da herhangi bir kıyafetle, herhangi bir şekilde yürüyordu. Ancak o kendini her zaman kanatlı bir şekilde hayal ederdi, her an ileri atılıp uçacakmış gibi. Bu yönüyle kendisini diğerlerinden ayırırdı, kanatları olan tek kişi olduğunu düşünürdü, diğerlerinin de kendisi gibi kendilerine kanatlar, zırhlar yerleştirdiğini biliyorduysa bile, görmezden gelirdi. Bunlarla birlikte, kanatlarını kullanmayı da sevmezdi. Genellikle tam ileri atıldığında, garip göründüğünü fark eder ve tekrar kalabalığın içine dönerdi.

Bir kez daha tekrar uçmaya çalışsa ne kadar absürd duracağını düşünerek yürüyordu ki, bir fısıltı duydu kalabalıkta. Fısıltının söyledikleri dinlemek istemese de, dinledi bir süre. Kanatları, ihtişamlı bir maviyle parladığını hayal ettiği kanatları öylece duruyorlardı, kanatları sadece yüktü onun için. İnsanları neden bu kadar önemsediğini düşündü bir an, cevap bulamadı.

Bir an(kalabalığın aksine) yürümüyi bıraktı, Birkaç kişinin ona çarpıp geçmesini önemsemiyordu, bu yaptığının absürd olup olmadığını da. Gözlerini açtı, ileriye bakıyordu ancak gördüğü sürekli hareket eden insan toplulukları değildi, her zaman gördüğünün aksine. O an kalabalıktaki yerini ve ona bakan(veya bakmayan) insanları bıraktı, ileriye doğru atıldı ve zıpladı.

Belki de ona öyle geliyordu, ancak kanatları uzun bir zamandan sonra gerilmişti ve rüzgara karşı durmaya hazırlardı. Onu Yedi Kuyruklu Kartal'ın yanına çıkarmaya hazırlardı.

Hayatı boyunca onun hikayelerini duymuştu. Her ne kadar kendisini hiç görmediyse de, hep onun gibi olmak istemişti. Sonuçta o Yedi Kuyruklu Kartal'dı, gökyüzünde süzüldüğünde mavi kanatlarını gören herkes onu büyük bir hayranlıkla izlerdi, en azından ona öyle anlatılmıştı. O da bu efsaneden çaldığı hayali kanatlarıyla yükselebildiğini, hiç değilse o kanatlara sahip olduğunu düşünürdü, ancak kendi kendine kanatlara sahip olsa da bir kartal olmadığını, bu yüzden uçamadığını söylerdi, kanatlarının varlığını kendisinden başka kimse fark etmemişken.
Ancak bilirdi ki özünde bir insandı o da ve bunun bilincinde olmaktan gurur duyardı, sonuçta kanatları sayesinde yine her duruma yukarıdan bakabilmiş ve kendi hatasını görebilmişti.
Ancak bu gururundan da nefret ederdi, çünkü yine kendini övmüş olurdu ve bunu yapmamalıydı, eğer yükselmek istiyorsa yapmamalıydı en azından.

***************

Heyecanla kapattığı gözlerini açtığında havada olduğunu fark etti. Yükselmenin heyecanını bastırarak ellerine baktı ve bedeninin yavaş yavaş mavi bir enerjiyle sarıldığını fark etti, zihni her zamankinden daha açıktı, mutluluğu her zamankinden daha fazlaydı. Ancak yükselişin bir bedeli olması gerektiğinin bilincindeydi, o sırada o ana kadar yaşadıkları aklına geldi. Kalabalıkla birlikte yürüyüşünde kendini beğenmişlikle alçakgönüllülük arasında gidip gelen düşüncelerini(ki alçakgönüllü düşünceleri olduğunu düşündüğünde de kendini üstün gördüğünü düşünmeden edemezdi) hatırladı. Belki de uçmamalıydı, sonuçta gökyüzünde böyle biri olmalı mıydı, hala kafası karışık biri? Uçmak için hafiflemek gerekmez miydi, kemiklerine kadar? Evet, hafiflemeliydi, bu yüzden de duygularını serbest bıraktı.

Üzüldüklerinde sadece yanında durabildiklerini hatırladı önce. Ancak biliyordu ki yapabileceği bir şey yoktu olanlar için, ileride olacaklar için hazırlanabilirdi sadece. Pişmanlığı ortaya çıktıkça rahatladı, vücudunu saran mavilik parladı. Dudaklarından belli belirsiz bir özür çıktı, sonrasında buruk bir gülümsemeye eşlik etti düşen tek tük gözyaşları. Göz yaşları pişmanlığını da alarak gittiler, yükselirken kendisine yapılan haksızlıkları hatırladı. Sonrasında içinden yepyeni bir duygunun yükseldiğini hissetti: Pişmanlığın hüzünlü mavisi yerine kan kırmızısına bıraktı, öfke hakim olmaya başladıkça onun etrafında şimşekler çakmaya başladı.

Karşısında bir sürü farklı figür belirdi: Önce uzun siyah saçlı bir kız, yeşil gözleri onun üzüntüsünü önemsemeden gülen. Ellerinin renginin değiştiğini gördü, ağırlaştığını hissetti ama kendisini öfkesine vermeye devam etti. Sonrasında figür değişti, kısa kesilmiş saçları ve siyah gözleri alaycı bir ifadeye sahip olan yüzünü tamamlıyordu bu yeni figürün. O da öfkesiyle(nasıl yaptığını bilmeden) bir şimşek fırlattı, çıkan ses kulaklarını sağır edecek kadar yüksekti. Şimşeğin gürültüsünden daha yüksek bir sesle bağırdı. Öfkesi etrafındaki her şeyi yok ediyordu, havanın tükendiğini hissetti ama bunun düşman diye belleyecek kadar nefret ettiklerini de yok ettiğini düşündü ve devam etti. Son bir şimşek çaktı daha havada, duyduğu en yüksek sesti çıkan, sonrasında yok olduğunu hissetti. Önce kanatları enerjiye dönüşerek yok oldu, sonrasında bedeni. Bilincini kaybederken özünün düştüğünü hissediyordu. Ancak hiçbir şeyi düşünemeyecek kadar öfkeliydi, hala onlara hissettiklerini hissettiremediği için öfkesi sürüyordu. Kartala her zamankinden daha fazla yaklaşmışken düşüyordu, ancak bu umrunda değildi. Sadece ona yapılanları düşünüyordu.

1 Nisan 2010

YOKTUM

Bir rüya gördü,
İçinde ben yoktum.
Bir şiir yazdı,
İçinde ben yoktum.
Bir aynaya baktı,
İçinde ben yoktum.
Bir şarkı söyledi,
İçinde ben yoktum.
Bir kitap okudu,
İçinde ben yoktum.
Bir hayal kurdu,
İçinde ben yoktum.
Bir hayat çizdi,
İçinde ben yoktum.
Oysa o benim gülümseten rüyamdı, duygusal şiirimdi, utangaç aynamdı, ağzımdaki şarkımdı, yanımdaki kitabımdı, umutlandıran hayalimdi, onla masal olan hayatımdı. O benim sevmeyen sevilen kadınımdı.
Ok yaydan çıktı,
Seni kaybettim.
Beş yaşımdaki gibiyim,
Sanki her gece hayalimde konuştuğum o oyuncak köpeği yine kaybetmişim.
Senle de hayal değil miydi her şey?
Her şey ışığın yanıp sönmesi kadar değil miydi?
Oysa yitirdim ben seni.
Her saniye düşündüğüm bir sızısın,
Düşünceni kaybedemediğim.
Veda yoktu gidişinde,
Kaçtın sanki.
Mutluluğumu biri çaldı,
Geride getirmedi bu sefer.
Sabahları bazen çığlık atıyorum.
Komşular soruyor:
"Sabah bir ses duyduk ama?"
Gözüken, onurumdan da olucam yakında,
Seni kaybettim.
Işık söndü,
Pijamalarım gecenin serin havasında uçarken
Kaydı ayağım mermerden.
OK YAYDAN ÇI...
Kimisi tutku der benim için , ulaşmaya çalışır
Kimisi nefret der , kaçar
Ama onlar değil midir , ikisini de içlerinde yaşatan?
Çok şey ifade etmem çoğu insana
Belki de çok iddialı olmadığımdan
Ama onlar değil midir , iddialı olanları ezmeye çalışan?
Parlaklığı sevenler , severler beni
Yorduğundan şikayet edenlerse kaçar
Zaten onlar değil midir , yorulmadan parlamak isteyen?
Çoğu insana doğayı hatırlatırım
Sevilirim belki de bu yüzden
Ama onlar değil midir , hiç acımadan doğayı katleden?
Kimisi gök der , kimisi deniz
Halbuki gökyüzünde de , denizde de
Beni görülmez hâle getiren onlar değil midir?

Daha niceleri var böyle
Kimisi çok sevilir , kimisinin yüzüne bakılmaz
Ama aslında kusur da marifet de
Sevip sevmemeye karar verenlerdedir.

Gök onlar için her ağladığında
Ortaya çıkar parlak , yalancı bir teselli
İşte ben oyum!
Herkes ulaşmaya çalışır bana ama yetişemez
Çünkü ben –görünenin aksine- onlara en uzak olan yerdeyim
İçlerindeyim!