5 Kasım 2010
GEÇTİ
Çocukluğum kadar
Hatırlarım sizi,
Haber olsun bisikletim
Şimdi düz yollar değil geçtiğim,
Görünce beni nazlanan kedim
Oynadığımız oyun değil,
Ey beni ağlatan derdim
Güldüğüm sensin şimdi.
BAHAR ÇAKMAK
BAHAR ÇAKMAK
Edebiyle gidiyor
Ebede
Donmuş bir bedende
Duymayan,görmeyen
Ve daha nicesi
Unutmuş
Hissetmeyeni farketmez kimse
Ama sevmiş bir kalp
Var bu bedende.
Edebiyle gidiyor
Ebede
Geride saklanan
Umutlar korkak
Sessizlik hakim
Ve donmuş bir beyaz
İçinden can fışkıran
Muhafazada
Müşahade fırsat
Şakıyan kederi serbestçe.
Edebiyle gidiyor
Ebede
Yok olan yapraklar
Ağlayan çağlayanlar
Çağrısı geleceğin
Ve aziz vefanın
Bir dostun, cananımın
Kapılmışım sihrine
Canım rüyamın
Beyaz bir tabut içinde
Çok uzak, derinde
Düşlerim, sevdiklerim
Edebiyle gidiyor ebede
Benimle birlikte.
BAHAR ÇAKMAK
23 Ekim 2010
Koparılanlar
Yalnız, hayalinle yalnız
Ateşe atılan adımlar
Hepsi geceyle korlanmış
Islak kasvet
Dört duvara sıvanmış.
Akreple yelkovanın bitmeyen cengi.
Sisteki erişilemeyen hayalet.
Islak bir kumlar
Dalgaların martılara yakarışları.
Ve senin dudağının kenarında silik bir buse
Akrep yelkovana boyun eğince
Onarılmayı beklerken koparılanlar.
25 Eylül 2010
TANRI'YI ÖLDÜREN ÇELİŞKİ
''Tanrı var'' dedi
''Tanrı olmak zorunda.
Hayatta mutlu olmayan ölüleri
Mutlu edebilecek bir Tanrı...''
Ölüler, kardeşim!
Ölüler,
-varsa gittikleri bir yer-
Bir ufak tabuta sığrıdırırlar
Tüm duygularımızı
Nasıl heyecanımızı, şaşkınlığımızı
-Daha kötü ne olabilir ki?-
Götürüyorlarsa
Mutluluğumuzu da götürürler
Kendini dünyamıza bağlamak için
Bizim bağlarımızı götürürler
Ölüler...
Oysa ölüler, kardeşim!
Gittikleri bir yer yok ölülerin.
Duygularını, bedenlerini,
Fikirlerini ve
Anılarını
Bize bırakıp ''hiç'' olurlar.
Ölürler be kardeşim.
Tanrı olmak zorunda değil...
Hatta aslında
Ölülerin bıraktıklarıyla dönüyor dünya!
Üzüntümüz, sevincimiz, yaşama hevesimiz,
Toprağımız, meyvemiz bile onlardan...
Bencilliğini akıtmayı bırak de gözlerinden
Bak etrafına...
Ölmeden nasıl yaşanır dünya?
Ve belki de filozof haklıdır,
Belki de Tanrı, kardeşim
Tanrı bu çelişkiyi yaratmak için
En başından öldü.
27 Ağustos 2010
Belki hani?
Belki hani?
Ne kadar çabuk değişti
Zaman, durumlar, roller.
Bugün son kez bakarken sana
Ona bırakmalıyım seni.
Benden daha çok hak etti mi seni?
Umarım ancak zor.
Daha çok seviyor mu seni?
İşte bu imkansız.
Sen her şeyden önceydin.
Ve sanki her şeyden sonra da olacaktın.
“Elini ver.
Biraz daha yanıma gel,
Sarılalım.”
Özledim seni öyle görmeyi.
Elini tutabilmeyi.
Sarılmayı.
Şu an yaptığımız gibi değil,
Gerçekten sarılmayı…
Korkuyorum canım,
Seni korkutmaktan korkuyorum.
O yüzden git,
Ben kimim ki.
Haydi görüşürüz mü belki hani?
29 Temmuz 2010
Ayrılık Gibi
Değişmekten korkuyorum bu günlerde.
Kaçınılmazdan korkuyorum.
Seni vermeye çekiniyorum başkalarına.
Çünkü sen özelsin.
Kaçmazsın
Ya da saklanmazsın.
Sen neysen osundur.
Safsındır.
Alınma ama biraz da aptalsındır.
Yakınsındır.
Sırdaşsındır.
Beni benden iyi tanıdığını bile düşünürüm bazen.
Ama sen korkaksındır da.
Sevmezsin şımartmayı.
Biraz ağır abisin sanki.
Kızamazsın, küsemezsin.
Sen kendine şiirler yazdırırsın.
Usandırırsın.
Vazgeçilmezsindir sen.
Ve bu yüzden
Bile bile
Çektirirsin bana.
Ama ne demiştim.
Kaçınılmaz…
Buyur git istediğin yere
Söz, unutacağım.
26 Temmuz 2010
Sessizce bekler insan korkuyorsa
Sessizce izler uzaktan
Bekler seslerin dinmesini
Sessiz kalmak buna denir
Bağırmak cesaret ister ya
Beklemektir korkak adamın çaresi
Beklemekten başka
Ne yapabilir ki
Eylemden uzak
Hayattan, cesaretten uzaksa
Alışmışsa, uyuşmuşsa eğer
Bekler olduğu yerde
Hareket etmeden
Düşünmeden bekler.
Bekler ama
Beklediğini bilmez
Zamanın aktığını, ömrün bittiğiini görmez
Bekler ki mucizeler olsun
Ne mucizeler kaçırdığını bilmez
Hayatı bilmez bekleyen adam.
Sevgili gibi güzel, derler bahar havası
Baharda zaman hiç geçmiyor
Oturmuşuz pervaza, yaza hasret
Ellerde bardak bardak sabır
Beklemek bunun adı
Aramadan, yorulmadan bekleriz
Sormayız kimdir, hani sevgili?
İşimiz yok gönül işinden başka
Gönülse sevecek birini bekler
Bekler ki heyecan geçsin bahçeden
Aşkın rengine bürünsün çiçek
Ve havada sanır güzel günlerin ışığı
Gönül bu, yalnızlığa alışır mı?
Bahçede dolmuş vakitler gezmekte
Yüzümde birkaç çizgi
Soldu aşık çiçekler
ve işte bir sonbahar daha
Hep bir düştü sevgili
Sevdiğinden mi beklersin ah yüreğim
Kim öğretti sana beklemeyi?
Sen sevgilinin hayaline vurulmuşsun
Beklemekle ömür mü geçer.
20 Temmuz 2010
KARAR
Rüyalarımızda ne kadar masummuşuz. Dürüstken bile en masummuşuz. Ne kadar da değişmişiz. Uzaklaşmışız anılarımızın küçük ama bir o kadar da gürültülü kahkahalarından. -Sıkıldın sen de de mi? Hayattan, bu günlerinden…
-Yoo, hayır. Ben böyle mutluyum.
-Nasıl böyle mutlu olabiliyorsun ki?
-Bakmıyorum, görmüyorum, ilgilenmiyor, umursamıyorum.
-Yani sen aslında zaten yaşamıyorsun.
Yaşayanların ölmek istediği, yaşadığını zannedenlerin devam etmek istediği bir hayat… Tarafımı seçemediğim bir ikilem… Deliriyorum galiba. Kendimle kavga ediyorum. Tanrım, neye dönüştüm ben? Masumiyetimi sattım. İsteyerek ve bilerek… Sen bana n’aptın?
-Ben bu hayatta en çok sana değer verdim. Rüyalarımızda hep seni gördüm.
-Hayır, sen değer verdin, ben değil. Ben onu sevdim.
-Hayır, sen yoksun ki. Sen, benimsin.
-Değil, sen kendi kararlarını veremeyecek kadar acizsin. Senin bana ihtiyacın var. Sen, hiçbir şeysin. Kendinde övülecek, sevilecek bir şey aradın ve beni buldun. O kadar çok övdün ki beni, ben gerçek oldum. Ben karar veriyorum artık, ben istiyorum. Ben oluyorum artık, yeni kral benim (Kralım çok yaşa!)
İşte biz dünyayı böyle sevdik. Böyle seçtik tarafımızı. Neresi saçma değil ki burada mantık arıyorsun? Biz böyle karar verdik dünyada kalmaya, yolculuğu ertelemeye.24 Haziran 2010
Yalan
Bir farklısın sanki bugün.
Dürüstsün, neden
Bilmiyorum neden dürüstsün.
Ama tahmin edebiliyorum,
Benden çekinmiyorsun artık.
Açıksın, bağırabiliyorsun,
Deliriyorum.
Korkuyorum senden,
Hayattan, doğrulardan.
Ben senin gerçeklerinden korkuyorum.
Ben senin başka yüreklerde duyulan özleminden nefret ediyorum.
Senin bana bakışından korkuyorum.
Yasak olmaktan çekiniyorum.
Bugün,
Yalan söyle lütfen bana bugün:
“seni seviyorum”
12 Haziran 2010
Yaşamak nedir bilmez ki
penceresiz koğuş
koğuştaki mapus
karanlıktaki korkak
Ve yaşamak nedir bilmez, gözünü kan bürümüş mahluk.
Hiç yaşamamış say
sağır halkları
Çünkü hiç yaşamadı
sessiz halk şarkıları
Yaşamak için
insanların kokusu gerek
biraz temiz hava
Ve alabildiğine
mis gibi
Özgürlük gerek insana
Damağında kalması gerek
Coşkunun tadının
Tutkunun ve aşkın,
Yaşamanın aşkı,
Özgürlüğe doymak
gerek
Ve bir tek lokmada, bir yudumda saklı
coşku, tutku, aşk
Ve hürriyet
Yaşayamam ben
ellerim toprağa değmedikçe
hissetmedikçe
kalabalığın nefesini ensemde
ellerimiz kavuşmadıkça
Yaşayamam özgür olamazsam.
Yaşamak nedir bilmez ki
Karanlıktaki kadın
Uzakta sevgili
Gelmesi yakın
Ve kör bıçak
Ve aşkın gözleri
Hiç yaşamamış say
Sağır aşkları
Çünkü hiç yaşamadı
Sessiz aşk şarkıları
Yaşamak için
Sevgilinin kokusu gerek
Biraz taze kolonya
Ve alabildiğine
Mis gibi
İğde ağacı gerek insana
Damağında kalması gerek
Coşkunun tadının
Tutkunun ve aşkın
Sevgiye doymak
Gerek
Ve bir tek lokmada, bir yudum suda gizli
Coşku, tutku, aşk
ve sevgi
Yaşayamam ben,
Tenim tenine değmedikçe
Hissetmedikçe
İnsan ılıklığını bedenimde
Ellerimiz kavuşmadıkça.
Sevemem yaşayamazsam...
10 Haziran 2010
bedelsizdir
aydınlansın gecemiz
kaçmadık bu defa
şişkin parmaklarında sigar
bahşiş kovalarsın murat
biz seni yazmadık mı
biz
sayfa sayfa
isimsiz
taze sonbahardan
alınlığımız
muratın cebine kararan yolda
9 Haziran 2010
Sessiz
Anılarımda, bugünümde ve yarınımda
Keşkelerimi attığım için pişmanım.
Gölgesinden çıktıkça vuruyor yüzüme
Her gün biraz daha çok,
Bugünün benden götürdükleri.
Çaresizim.
Her gün biraz daha dışında buluyorum kendimi
Bu yalan, bu yapmacık düzenin.
Sorguluyorum kendimi;
Onlarda değil bende sorun,
Biliyorum.
Çıldırıyorum,
Utanıyorum düşüncelerimden,
Utandırılıyorum.
Yasaklanıyorum, sınır çektiriliyorum.
Anlatamıyorum, artık susuyorum
Senin karşında, anlatacak o kadar şeyim varken.
Kabuğumda mutluluğa zorlanıyorum,
Oluyorum da…
Çaresizim,
Mutlu oluyorum.
Kaybettireceklerini düşünmeden gülüyorum
Kaybettiğimi bile bile arıyorum
Çaremi.
Nerdesin, kiminlesin,
Çaresizim,
Konuşamıyorum.
7 Haziran 2010
Karmaşa
KORKU
Ya da niyetlenip dayanamayanlar,
Onsuz kalmaktan korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Gözler kapalıyken görülenler
Ya da açıp onu isteyenler,
Hapsolmaktan korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Umursamaz gözükmek için gidenler
Ya da gözleri arkada kalanlar,
Unutulup silinmekten korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Ününü kaybetmemek için rol yapanlar
Ya da hiç sahip olamayanlar,
Prensiplerinden korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Sensiz kalmış gibi
Gözümden akan yaşlar.
Senleymiş gibi
Suratımdaki mimikler.
İntihar süsü verilmiş
Yarından korkan korkularım.
Ayla Güneşin Özlemi
Bulutlar kapatır her zaman önümü, gözlerimi, umudumu. Benim yarattığım bulutlar, hem içimde hem de önümde olanlar, engellemeyin. Ben hazırım kaybetmeye, çıplak olmaya herkesin önünde, sorulmamaya, bilinmeye. Acısın, onu isterim zaten. Sınırsız bir ben, bir dünya… Temizlenmişken acısa ne fark eder.
Bakamam artık, sevemem. Sabır mı, bana verilmemiş. Yıldızların arkasını görüp söyleyememekten, bulutların şeffaflığından sonra ne sabrı… Beni düzeltmeye çalışmayın, kırılmadım ki ben. Kendinizi gösterin utanmadan, her ne kadar zor olsa da.
Ayla güneş aynı anda yüzlerini gösterdiğinde gelirim demiştim. Güneşin kararı belliymiş zaten, reddedilen aymış, hep elinde kalemi, gözlerinde nemle bakan kağıda.
HOŞÇAKALIN
Vakit geçiyor, hava soğuyor yavaş yavaş. Toplamam lazım onları ama önce kendimi toplamalıyım. Hazır mıyım ki buna, bu yolculuğa, uçmaya ardımda hiçbir şey bırakmadan, uçmaya arkama bakmadan?
Belki son uçuşum bu buradan, belki son görüşüm burayı, bu denizi, bu doğayı. Belki son alışım bu temiz havayı. Belki son havalanışım, belki son terk edişim.
Kanatlarımın altından geçiyor hava yine hızlıca, acıtmadan ya da her zamankinden daha çok acıtarak kalbimi. Sanki düşüyorum ilk defa, ilk defa zorlanıyorum uçmakta. Sanki dönmek istiyorum başladığım yere ama artık tek çarem var bitirmek, sadece bitirmek, geri dönemem. Düşeyim o zaman heybetli dağlara, uçsuz bucaksız denizlere. Öleyim o zaman her şeyin bittiği yerde, tam şu anda. Herkese, hoşçakalın.
Mor Tezatlar
Bir hafta önce taptaze parlayan, içinde bulunduğu ortama baharı ve mutluluğu taşıyan mor bir çiçek. Aklı başından gitmiş bir insan gibi fazlasıyla mantıklı ve hayatın sillesini yemiş bir âlim gibi uçarı. Tüm tezatların buluşma noktası. Zalim; ama bir o kadar da ürkek. Senin gibi, benim gibi. Sahip olduğum tüm yalanlar kadar gerçek ve tüm barbarlar gibi insancıl. Veda gibi soğuk ve uzak, bilinmeyene yürümek kadar tehlikeli ve heyecanlı. Gözyaşların gibi timsah ve sözlerin gibi zehr-i zakkum. Mor çiçek mağrur ve mağrurluğunun on katı kadar tehlikeli. Ağırbaşlı ve öfkeli.
Dün sana dair yazarken baş ucuma koyup hayallere daldığım, bugünse bakarken sana olan nefretimi haykırdığım zavallı mor çiçek. Bir hafta önce buradan ve benden çok uzakta rüzgârlara direnen, yel değirmenleriyle savaşan, şimdiyse bana tek kelime söylemekten aciz olan mor çiçek.
Kırılmış sapıyla var olmaya çalışan, aslında senden de benden de güçlü olan bir tılsım. Annemin adından çok daha önce bellediğim ve dünyaya gelmeden önce bile boynumda taşıdığım.
Onlara böyle bağlanmamış olsam bir belediye çöplüğünde kendini kaybetmiş olacaktı zavallı mor tezatlarım. Dün boğazımda düğümlenmiş bir hece, bugün maskemi evde unuttuğumda omzunda ağladığım zavallı bir şehir, yarın için dilediğim birkaç sihirli sözcük... Ben, solmuş mor çiçek ve intihara eğilimli mor tezatlarım. Beti benzi atmış, en sevdiği insanı kaybetmiş, umudunu bozdurup bozdurup harcamış üç zavallının hayata tutunma çabaları.
Bir hasta odasında bağırış çağırışlar. Hasta yatağının yanı başındaki sehpada eğri büğrü mor bir vazo. Vazonun içinde sapı kırılmış mor bir çiçek. Vazonun önünde mor bir zarf. Zarfın içinde eski bir sevgiliden gönderilmiş mor tezatlar. Mor çiçeğe ve mor tezatlarıma son bakışım. Zihnimle bedenimi birbirinden ayırıp sonsuz bir beyazlığa uzanışım.
6 Haziran 2010
Tutsak
Boşluğunu doldurmaya çalışan...
Gittiğin yer öyle uzak ki bana...
İsteseydin gelirdim dağları yırtarak,
Koşardım çöllerde kavrularak.
Mutluluk bana çok uzak,başımda gardiyanım,
Ruhum gözlerinde tutsak.
Bazı kelimeler artık bize yasak,
Mantığım ve bedenim birbirinden çok uzak.
Hareket vakti geliyor ve adımlarım trene yaklaşıyor,
El sallayanım bile yok ardımdan.
Beyaz bir mendil atıyorum pencereden hayali bir sevgiliye,
Yolum uzun,bekleyenim yok gideceğim istikamette,
Ne bir eş, ne de bir dost...
Ruhumsa bedenime inat savruluyor rüzgarlara,
Dalıyor eşsiz hülyalara.
İkisinde de sen varsın daima,
Uzayan giden mesafelere inat.
Sepya
Peki ben niye sana dair yazıyorum haftalardır ve niçin adın dışında bir kelime dökülmüyor ağzımdan.Sebebi bende saklı biliyorum;ama ne iyice yaklaştım ne de duyuyorum.Sonuçta anlayamıyor ve anlatamıyorum.Seni özlüyorum hiç özlemediğim kadar..Senden yadigar siyah-beyaz fotoğrafları sıkıştırıyorum avucumda , hiç var olmamış olsalar da.Kendime yalan söyledim ben aslında yazdıklarımda.Her ne kadar yüzüne gülsem de nefretimi saklayamıyorum içimde , seni sevdiğimi ve hep seveceğimi artık anla.
Anılar ve Sen
Sensiz her şeyin boş ve anlamsız geleceğini sanırdım.Yalan değilmiş,başlarda fazlasıyla zor oldu.Bitkisel yaşamda gibiydim.Hayata pamuk iplikleriyle bağlıydım.Kendimi zorlayıp bu ipliklere sıkı sıkıya sarıldım.Senin de mutlu olmamı istediğini biliyordum.Tuhaf biliyorum;ama gitmeyi isteyen de bendim,üzülen de ben...Tabii ki sen beni yine hayata bağladın.Senin varlığın bana yaşama inancımı kazandırıp geçmekte olan günlerin değerini hatırlattı.Üzgünüm,her şey için...Nedensiz gidişime nedenler bulmakla uğraşıyorum günlerdir.Derler ya ''Doluya koysam almıyor,boşa koysam dolmuyor.''diye,aynen onu yaşıyorum şu aralar.Gözlerimi kapatıp yaptıklarımı düşünüyorum.Saklambaç oynuyormuşçasına kaçışımı,senin de peşimden gelişini...Seni hep üzdüğümün farkındayım.Bu yüzden arkadaşlığın en doğru yol olabileceğine karar verdim.Yok, yok!O da olmaz sanırım.En iyisi yolları ayırmak olacak.Hoş bir elmanın iki yarısı ayrılsa ne olur ki?
Bu kadar melankoli sana da bana da yeter.Hayatın her şeye rağmen güzel olduğunu unutma.Bak ben de alıştım.Her ne kadar suçlu ben olsam da senin hâlâ beni düşündüğünü ve özlediğini biliyorum.Bazı kelimelerin ağzımdan hep zar zor çıktığını bilirsin.Şu an da sana iki kelime söylemek istiyorum ikimize dair.Bu iki kelime ya bu ikili deliliğe son verecek ya da şansımızla birlikte dünya da bizim için tersine dönecek.Her şeye rağmen uyu ve beni gör rüyanda.Bekle beni, belki bir gün diye umutla...
Tarçın Rengi Hüzün
Kısacası, dünya mutlu,komutanlar ara vermişler savaşmaya, kızılderili çadırlarında barış çubuğu tüttürülüyor, tek gecede örülen duvarlar yerle bir ediliyor ve çocuklar neşeyle ip atlıyor. Ama o soluk maviye boyanmış bir sükut içerisinde. Az sonra ayrılacak şu ana kadar sahip olduğu her şeyden. Henüz haberi yok bu sebepsiz ve erken ayrılıktan. Yine de gözleri dolu dolu, biliyor sanki başına gelecekleri. Arkadaşlarına son kez bakıyor doya doya ve az sonra diyeceğini bildiği veda sözlerini unutmaya karar veriyor. Son bir şans dileniyor,elde avuçta kalan tek bir parça umut dahi yok .Birkaç dakika önce önüne atılmış ekmek kırıntılarının oluşturduğu tepeciğe bakıyor. Bir zamanlar burun kıvırdığı bu öğün şimdi krallara layık bir yemekmiş gibi geliyor ona.
Veda, işte korktuğu yegâne sözcük. Gözleri dolu dolu bakıyor buradan çok uzaklara. İnsanlar onu düşünemeyen varlıkların grubuna sokmaya çalışıyorlar; oysa o en mantıklı insandan daha iyi kararlar verebiliyor ve hayata karşı daha sağlam durabiliyor. Ne yaparsa yapsın hakettiği değeri bulamıyor hayatta.
Vedaya hazır olduğunu biliyor artık. Günlerdir evdekilerin tuhaf tutumlar içerisinde olmalarını yalnız bu "veda" açıklıyor.
Ensesinden tutup çekiyor bir el. Son kez bakıyor yıllardır yaşadığı evin penceresindeki aksine. İçi burkuluyor ve arkasına dönüp bakıyor son bir kez. Artık veda vaktinin geldiğini anlıyor. Nereye, nasıl, niye gideceğini bilmiyor ve sorgulayamıyor. Sonuçta insanlar hep onun bu aciz yanını sömürüyor. Gidiyor, hasreti çekiyor içine ve gözyaşı salıyor yerine. Gidiyor, ardında neler bıraktığını biliyor; ama arkadakiler neyi yitirdiklerini bilmiyorlar henüz. Tarçın rengi hüzün buram buram hissedilirken, tarçın kokusu yayılıyor uzaktaki bir evden.
Nasırlaşmış Ellerin Ninnisi
Şehrin orta yerinde tüm heybetiyle yükselen bir apartman. Apartmanın çatı katında gözyaşlarına boğulmuş zavallı bir kadın. Belli ki canı sıkkın, bu dünya gibi yorgun ve bıkkın. Saate bakıyor, akreple yelkovan ona inat edermişçesine sinsi sinsi gülümsüyor. Kan çanağına dönmüş gözlerinden, gözyaşına bulanmış rimel akıyor. Gözyaşları da eskisi gibi masum değil, onlar da dünya gibi günden güne kirleniyor.
Kadın, yan odadan gelen ağlama sesini duyunca irkiliveriyor birdenbire. Gözlerini dünyaya açalı henüz birkaç hafta bile olmamış zavallı oğlunu susturmak için çatallaşmış sesiyle unutulmuş bir ninni söylemeye başlıyor. Ninniyi söylerken de gözyaşlarına ve hakim olamıyor, hıçkırıkları bölüyor yinelenen her dizeyi. Henüz öğrenmediği acı bir haberin ağırlığı oturmuş yüreğine. Gözyaşları da tedbiri elden bırakıp boşalıveriyorlar sağnak yağmur misali.
Adamın gözleri dolu dolu oluyor. Elindeki kitaptaki âhenkle dizilmiş acıklı kelimelerden midir üzüntüsü yoksa üzüntüden çok hayata bir sitem midir gözyaşları, bilinmez. Kütüphanecinin yaklaşan adımları yaşlı adamın aniden irkilip başını bir saniyeliğine de olsa kitaptan kaldırmasına ve günden güne uzaklaştığı gündelik yaşama şöyle bir göz atmasına sebep oluyor. Aklına geciktirdiği kitabın cezası geliyor. Günler boyunca elinden bırakamadığı, defalarca yeniden ve doyumsuz bir zevkle keşfettiği kitabın... Cezayı ödeyecek beş kuruşu yok. Onu hayata bağlayan tek şey saman kağıdı ve biraz mürekkep. Ailesini uzun süre önce terk etmiş ve o günden beri neredeyse çaldığı her kapı yüzüne kapanıyor.
Kadın, kapı ziliyle irkiliyor. Gözyaşlarını elinin tersiyle silip aynada son kez gözden geçiriyor kendini. Kapı deliğinden ev sahibinin çatık kaşları görünüyor. Kocası onu terk ettiği günden beri ödeyemediği kira geliyor aklına. Yapacak pek bir şey kalmıyor, çaresiz kapıyı açıyor.
Yaşlı adamı, omzundan tutup çekiyor nasırlaşmış eller. Kendini kütüphanenin heybetli kapısının önünde buluyor. Yere yığılıp kalıyor yorgun bedeni ve hıçkırıklarında kayboluyor küçük bir çocuk misali. Gidecek tek bir yer, çalacak son bir kapı kalıyor. Ona da eli uzanmıyor.
Kadın, zavallı oğluyla birlikte dışarıda buluyor kendini. Kaybedecek bir şeyim kalmadı artık diyor. Mahallede bir telaştır sürüp gidiyor. Biçare gözlerle süzüyor etrafı. Ambulansın siren sesleri ve kucağında deliye dönen oğlunun hıçkırıkları uğulduyor kulağında. Yıllar önce annesinin evinde tanıştığı falcı kadın " Başın sağolsun kızım, annen vefat etmiş. " diyor. Daha sonra yanına annesinin gün arkadaşları geliyor. Yatıştırıcı birkaç kelime söylüyormuşçasına ortalığı velveleye veriyorlar. Kadının başı dönmeye başlıyor ve gözünün önünden annesinin cansız bedenini izleyen çılgın bir kalabalık geçiyor. Başı dönüyor ve ev sahibinin çatık kaşları gözünün önünde, oğlunun sesi kulağında...
Yaşlı adam yavaşça doğrulup yürümeye başlıyor. Kaybedecek neyim kaldı ki, diye söyleniyor kendi kendine. Derken telefonu çalıyor ve kapkara kelimeler geliyor ahizenin öbür ucundan. Adam, caddenin ortasında yığılıp kalıyor.
Ertesi gün manşetlerde dört kara kelime dalgalanıyor: Baba ve Kızın Buluşması. İkisi için de çalacak bir kapı kalmıyor ya da tüm kapılar onlara açılıyor. Hayatı boyunca birbirini görememiş bu iki insanı ölümü izleyen ölüm kavuşturuyor.
İstanbul'un Sesi
Göre göre eskimiş birkaç yüz ve sessizliğin sesine eşlik eden dalgaların uğultusu. Martıların simit kapma yarışı ve İstanbul'un nabız sesleri. Hiçliğin, yalnızlığın, sessizliğin sesi.
Nice yolcu taşımış çilekeş bir geminin yarattığı yapay dalgalar ve İstanbul'a yakışan yapay ve şuh kahkahalar. Denize yansıyan kızıl yakarışlar. Geminin düdüğü, İstanbul'un kahkahaları ve sessizliğin sesi.
Suya yansıyan iki minare ve yüzyılların heybetli bekleyişi. Ağaçların rüzgâra boyun eğip ahenkle dans edişi. Yağmur damlalarının denize karışması ve yağmurdan korunmak için bir şaçak altına sığınmış İstanbul... Denize dalıp çıkan balıkçıl kuşların sesleri, rüzgârın uğultusu ve İstanbul'un dişlerinin gıcırtısı.
Postanenin yıllara direnen gizemi. Sonbaharın insanın içine işleyen kederi. Günün en yoğun saatleri... İstanbul, elinde çantası koşturarak çıkıyor merdivenleri. İstanbul'un zamansız, yorgun ve aceleci adımlarının sesleri.
İçinde türlü türlü insanın yaşadığı bir harabe İstanbul. Yüzyıllardır hunharca tahrip edile edile görkemini kaybetmiş eski bir malikâne aslında. Devrilmiş eski bir koltuk, hangi ağaca ait olduğu bilinmeyen birkaç dal parçası ve bu bitpazarına pek de yakışmayan yemyeşil bir filiz. Aralanmış ahşap bir kapı. Kapının gıcırtısı, gelenlerin çığlıkları ve İstanbul'un misafirperver merhabaları.
Kaydıraktan kayan birkaç çocuk. Arkalarında yükselen heybetli iş hanları ve apartmanlar. İstanbul, pamuk şeker ve kirlenmiş düşler satıyor bağıra bağıra. Çocukların çığlıkları, kirlenmiş düşlerin cızırtıları ve İstanbul'un bağırış çağırışları.
İstanbul'un özgürlüğe kanat çırpışı. Saat kulesinden yükselen sesler. Yağmurdan sonra açan güneş, İstanbul. Balonunu kaçırmış bir çocuğun, İstanbul'un, timsah gözyaşları. Bu yalnız şehrin insanı çıldırtan gürültüleri. Sonsuzluğun, kederin, sessizliğin sesi.
Ağır aksak ilerliyor İstanbul bu Arnavut kaldırımında. Sol elinde etiketlerle dolu eski bir bavul, sağ elinde kırık bir baston. İstanbul'un öksürük sesleri. Sallanan ellerin, uğuldayan rüzgârın, vedanın sesi. Sessizliğin sesi İstanbul.
3 Haziran 2010
Bakışlarımızın buluştuğu o ilk an hâlâ en güzel hatıralarım arasında.
Dudaklarımızın kaçamak ama bir o kadar da masum buluşması,
Saatlerce sana şarkılar söyleyişim,
Senin her şarkıyı içten bir hayranlıkla dinleyişin
Ve gözlerimin içine bakıp sımsıcak gülümseyişin,
Yağmur altında tüm aşıklar gibi el ele,göz göze yürüyüşlerimiz
Hepsi, istisnasız tüm hatıralar hâlâ baş ucumda.
Benim olmadığını bilsem de seni sahiplenişim tüm kelimelerimle,
Elimin uzanamadığı anlarda bile aklımda sürekli duran sana kavuşma düşüncesi,
Gözlerimi kapadığımda hayalin karşılamasa da beni,
Her uykudan sana kavuşmuş olarak ayrılışım,
Beni özlemediğini bilsem de akıp giden zamana inat seni bekleyişim,
Hepsi, istisnasız tüm yalanlarım hâlâ baş ucumda.
Var olmadığını bilsem de seni tüm gerçeklerden daha çok sevişim,
Hayal olduğunu bilsem de gerçekleşeceğin anı sabırla
ve heyecanımdan bir nebze bile kaybetmeden bekleyişim,
Yokluğundan varlığına dair nice masallar türetişim,
Hepsi, istisnasız tüm kelimelerim hâlâ baş ucumda.
İstisnasız tüm kelimelerim seni büründürür ete kemiğe
Ve tüm gerçeklerden daha gerçek kavuştururlar seni benim yorgun kalbime.
1 Haziran 2010
Teklif
25 Mayıs 2010
Çamur ve Ateş
Terk edilmişlik duygusu kuşatıyor etrafımı. Yıllardır hissetmeye hissetmeye unuttuğum bir duygu. Yıllarca görüşülmeyip de unutulan eski bir dost gibi yaklaştıkça keskinleşiyor yüz hatları ve hafızadaki imgeler kesinleşince bir kucaklaşmaya bırakıyor yerini insanın tüm kaygıları. Evet, alıştım böyle karmakarışık duygularla birlikte yaşamaya. Gerçi, içinde yaşadığım durumda, duygu selinde değil, duygusuzluk yumağında boğuluyorum. İşte bu yüzden mutsuzluğu peşi sıra sürükleyen terk edilmişlik bile heyecanlandırıyor beni. Bitkisel hayattan yaşama dönen bir hastanın hayatı keşfetmesi gibi candan sarılıyorum bu duyguya. En azından gece kâbuslarıma girebilecek bir olgu var hayatımda. Deliksiz, kesintisiz ve hareketsiz uykular tak etti artık canıma. Galiba kuş tüyü bir yatakta mışıl mışıl uyumanın rahatlığı batıyor bana.
Yalnız bir adamım ben. Bugüne kadar yek yaşadım, bugün de tek öleceğim. Ardımdan ağlayacak çok gibi görünse de hiç yok aslında. Timsah gözyaşlarıyla kuru bir uğurlama. Saklanılmaya çalışılan gizli bir sevinç ve abartılan bir üzüntü. Sanırım gidişime en çok hayatıma girip çıkan sayısız kadın sevinecek. Onların yıllardır kaldıramadığı dokunulmazlık kalkanının arkasındaki benliğim buhar olup gidecek. Sorunsuz, kusursuz, tertemiz bir intikam... Benim sevdiğim gibi. Terk edilmişliğimin acısını yıllarca onlardan çıkarmaya çalıştım, olmadı. Yalnızlığın koltuğumda bıraktığı boşluğu kimse dolduramadı. Hepsini gönülden sevdiğime inandım, kimisinde cefakâr annemi, kimisinde küçük kız kardeşimi anımsatan bir şeyler buldum. Bu yüzden belki de saçlarının tek bir teline bile dokunmaya kıyamadan uzaktan uzağa sevdim onları. Dokunamasam da kalplerini tamir edilemez şekilde kırmayı başardım. Mutlu olamadığım gibi onları da mutsuz bataklığıma sürükledim. Oysaki onlar, şıkır şıkır İstanbul hanımefendileri, eteklerine bir damla çamur değince bile irkilirlerdi. Yazık oldu hepsine, ama benim suçum değil. Sinsi yalnızlık sürükledi beni intikam ateşine. Unuttuğum şey ateşle oynamanın tehlikeli olduğuydu, neyse ki önümde eğilen bir ordu insan vardı. Onlar, beni üzgün görmemek için bir bir ateşe atladı.
Annemi kaybedince yıkıldım, yaptığı tüm hatalara rağmen annemdi o benim. Dün her şeyim olan bu insan şimdi etten kemikten uzak, silik bir elvedaydı. Altın saçlarımı okşayıp bir masal anlatırdı bana her gece. O masalın sonuna kadar gelemeden göçtü gitti. Bana tek bir vasiyet bıraktı, o da değer bilmez bir dostun ağzında mühürlenip kaldı.
Sonra, hayatıma giren kadınlar içerisinde bana en çok değer verenini kaybettim. O, bana son bir söz söylemek için geldiği evimden apar topar gönderildi ve acı çığlıklar atıp adımı haykırdı göklere. Tam ona uzanacakken elim, değdi donmuş gözlerine gözlerim. Soluk benizli sevgilime ölüm bile cömert davranmıştı. Tanıştığımız ilk günkü masumiyetini muhafaza ediyordu dehşetten donuvermiş olsa da gözleri.
Onunla yollarımızı kesin çizgilerle ayırmıştı ölüm. Yıllar önce sevgilimin bana söylediği türküdeki gibi kavuşmamız imkânsız olmuştu. Tamamen terk edilmiştim sevdiğim insanlar tarafından. Yalnız, mutsuz ve belki de stres dolayısıyla biraz da huysuzdum; ama ben köyünde türküler söyleyip oyunlar oynayan, içinde kocaman, yaşlı bir adam yaşatan altın saçlı çocuktum. Annemin anlattığı sonu gelmeyen masal hep aklımda oldu benim, hep merak ettim sonunu ve asla öğrenemedim. Hayat imkânsız kıldı belki, belki de ben isteksizdim. Sonunda ben yenildim, daha önceki tüm yenilgilerim gibi bunu da görmezden geldim. Yan odalardan birinde eski dostum oğluna bir şeyler yazıyor. Görmüyorum, duymuyorum, sadece hissediyorum o ölümcül kelimeleri. Eski dostum bir vedaya hazırlanıyor, bu kadar merasime de ne gerek vardı diyorum içimden. Beni bu denli sevdiğini keşke daha önceden gösterseydi de bugün bu hâle düşmeseydim. Neyse, bu saatten sonra kızgınlığın da küskünlüğün de bir anlamı yok. Bu duyguları da kibrimin yanına koymalıyım ve iyi bir insan olmalıyım. Son dileğim bu hayattan. Yüzünü güldüremediğim, değerli değersiz tüm insanların böyle dürüst bir vedayı hak ettiğini düşünüyorum çünkü. Benim değersiz benliğim için kendilerini ateşe attıklarına göre bana değer veriyor olmalı hepsi. Eteklerine çamur sıçratan haylaz kahramanı yürekten sevdiler demek ki. Oysa ben ne böylesine kuvvetli bir şefkate ne de hüzünlerle buğulanmış görkemli bir veda törenine layığım. Uç uca eklediği dertleri, hayatındaki kadınların boyunlarına kolye yapan ve bu şekilde onların ruhlarını boğan yalnız ve terk edilmiş bir zavallıyım.
Odalardan birinden yaşlı doktorun ve eski dostumun sesi geliyor. Birbirini izleyen satırlarda ona hep "eski dostum" diye hitap etsem de gerçek bir dost mu yoksa birlikte geçen onlarca seneye inat koynumda beslediğim bir yılan mı olduğunu bilemedim. İlkokul sıralarında, en masum ve sorumluluksuz çağımızda, başladı bana olan nefreti ve nefretini adeta bir kuyruk gibi izleyen ihaneti. Ben farklıydım, diğerlerinden de ondan da farklıydım. Bu yüzden de insanlar ondan çok bana değer verdi. O da uzaktan uzağa diş biledi bana ve eline geçen ufacık bir kozla hayatımı karartmayı başardı. Yine de hayat güldü yüzüme ve lehime çevrildi tüm oklar. Benim ondan alamadığım intikamın acısını hayat fazlasıyla çıkardı. Belki başarılıyım diye dolanıp durdu peşimde. Ben de beni seviyor aslında diye bana yaptıklarını sildim attım zihnimden. Ne kadar zorlarsam zorlayayım zihnimden atamadıklarım bir elin parmaklarını çoktan geçmişti. Eski dostum, mavi gözlerimde ölümü gördüğünde duydu bana derin bir merhamet. Yıllardır bana söylediği yalanları unutmuştu; ama acımasız tarih ben bile unutsam çözerdi bu hainlik sorununu.
Yıllarca çalıştım durdum, son nefesimi verirken de aklımda çalışmak var. Biraz daha, yalnızca birkaç saat daha... Bir kitabı bitirmek için günlerce uykusuz kalmak yok daha. Sigara, alkol ve kafein dolu düşler yok artık hayatımda. Çalışmak istiyorum, yalnızca birkaç saat daha, son defa. Bitiremediğim romandan geçtim, tamamlanmamış bir ideal bırakıyorum ardımda. Benimle yaşıt; ama insanlık kadar eski bir ideal. Ardından yıllarca bahsedilecek ve oluşturulmasının aksine hızla yanıp kül olacak bir ideal.
Bu nefesin son nefes olduğunu bilerek doya doya çekiyorum onu içime. Mutluyum, az sonra veda edeceğim köhne kehanetlerin kol gezdiği bu karanlık dehlize. Çektiğim çilelerden kurtulacağım, zihnimdeki ideali zamana emanet edip kanatlanıp uçacağım. Haindir zaman, eski dostum kadar olmasa da. Kurda kuzuyu emanet edeceğim kendi ellerimle. Mavi gözlerim son kez açılıyor ölümün huzur veren dehşetiyle. Odada kimse yok. Benim gibi yalnız doğan birine de ruhunu böyle teslim etmek yaraşır.
Yatağımın karşısındaki tabloya son defa bakıyorum. Yıllar önce şu hayatta gerçekten sevdiğim tek kadınla bu tabloya bakıp ne hayaller kurmuştuk. Ne yazık ki bu düşler gerçekleşemeden o bir melek olup gökyüzüne kanat çırptı hırsla ve hızla. Şimdi kavuşacağız birbirimize. Bizi yeryüzünde birbirimize düşman eden etten duvarlar olmayacak gökyüzünde.
Aniden annemin aksi beliriyor gözümün önünde. Elimi sıkıca tutup altın sarısı saçlarımı şefkatle okşuyor. Yıllardır hasretini başucumda taşıdığım annemin mis kokusunu içime çekiyorum. Ben hâlâ onun köyde türküler söyleyip oyunlar oynayan ve yaşına rağmen olgun kararlar alabilen küçük oğluyum. Yıllardır sonuna gelemediğimiz masalın sonuna gelmeden kapatmayacağım bu sefer gözlerimi. Direniyorum, yine de olmuyor. Zamanla inatlaşılmıyor.
Gözlerim kapanıyor usulca. Ruhum bir buhar oluyor; ama uçup gitmeye direniyor. Arkamda bıraktıklarımdan emin olmak istiyorum. Başıma birkaç beyaz gömlekli ve eski dostum toplanıyor. Gülüp geçiyorum, keşke yaşarken beni bu denli sevselerdi de yalnızlığın loş dört duvarında hapis kalmasaydım.
Tabutumu taşıyor ıslak, nasırlı, çilekeş eller. Gözyaşlarıyla ıslanmış, çalışmaktan nasırlaşmış ve dertlere bulanmış eller... Nasılsa üç güne kalmaz unuturlar beni. Üç gün sonra takarlar en üzgün maskelerini ve kuşaktan kuşağa devrederler köhneleşmiş bir gelenek gibi.
Bunaldım burada kalıp bu insanların yüzünü görmekten. Ölüm bile beni uzlaştıramadı kendimden. Daha da yalnız, daha mutsuz ve daha da çekilmez oldum. Gidiyorum, yüreğimde bir karabasan gibi can yakıcı bir hasret yok üstelik. Ruhum gökyüzüne doğru kanatlanmaya karar veriyor. Kaybettiğim iki kadına doğru uçuyorum. Hayatta bulamadığım şefkati hayatın sonunda arıyorum. Tabutuma çamur sıçratıyor bir çaylak dokunuş, eteklerine çamur sıçrattığım kadınların acımasız kahkahaları çınlıyor kulaklarımda. Onlar bu gamsızlıkla benden de buradaki kalabalıktaki genç yaşlı herkesten daha uzun yaşayacaklar galiba. Aşağıdan tek bir el silah sesi geliyor. Biri daha kendini ateşe attı benim için son defa.
Çamur sıçratılmış tabutumda cansız bedenime eşlik ediyor ardımda bıraktığım tamamlanmamış idealin külleri. Yükseliyorum, yeryüzü netliğini kaybediyor. Soluk benizli sevgilim bana kucak açmış bekliyor, basit bir tebessüm yayılıyor ruhuma. Bu tebessümün sıcaklığını hissediyorum üzerini toz kaplamış ruhumda. Sevgilim koşuyor, yakalamaya çalışıyorum onu ve elimden kayan koskoca bir ömür boyunca ıskaladıklarımı...
23 Mayıs 2010
22 Mayıs 2010
Güneş
Biraz daha bekle,
Biliyorum yarın yine geleceksin.
Ama hiç gitme istiyorum.
Geceye bırakma beni,
Sokak lambaları tutar mı yerini?
Soba senin gibi ısıtabilir mi?
Gitme güneş,
Belki bencilce davranıyorum,
Ama geceye kalmak istemiyorum.
Yalnız bırakma beni.
Korkuyorum karanlıktan,
Sevmiyorum gecenin esrarını.
Bu kadar gizemli oluşu korkutuyor beni.
Dur güneş,
Bugünde burada dur.
Kızmakta haklısın,
Korkak bir çocuk gibi davranıyorum.
Uyku vakti gelmesin istiyorum.
Eğer kendimi saklama şansı verirsen bana,
Yine başlarım ağlamaya.
Kal güneş,
Biraz daha kal,
Üşümesin ellerim
Ayrılma vakti gelmesin.
Tenhalaşmasın sokaklar,
Herkes çekilmesin odasına,
Yalnız kalmayayım.
Ya da git güneş,
En iyisi git.
Üşümeden sıcağın kıymetini anlayamam.
Karanlıkta kalmazsam,
Aydınlığa bu kadar bağlanamam.
Hep burada durursan,
Gece hiç gelmez o zaman.
Ve benim sevdiğim güneş,
Her gecenin ardından inatla doğan…
21 Mayıs 2010
SENİN...BİZİM
Hatırlarken gülebildiğin anıyı,
Beş parmakla bir cam arasına sıkışmış vedayı,
Gözünden akanla sırılsıklam ettiğin omzu
Ve sahiplendiklerini iyelik ekleriyle
Sevmek ölesiye!
Sevmek;
Sesinin küskün tonunda,
Hain sessizliğinde yılların,
Ya da yollarca uzayan aralarda
Ve bir soluk resmin donukluğunda
Unuttuğun sevmek...
Fakat, sevmek!
İhtiyaç duyduğun kadar yemeğe
Şarkıya, umuda ve özgürlüğe
Lazım,
Gecelerce doldurup kafanı ve yüreğini
Uykularını kaçıracak kadar
Şiddetli, derin,
Gözlerinden yaş getirecek kadar bazen
Naçar
Ve tanışıklığında terleyecek kadar
Tanıdık şehrinin
"Senin"
Sevmek, bizim...
İHTİMAL
Ben bunları yazarken, sen belki bir tarih kitabına gömülmüş, ama aslında kalemimden çıkanları merak ediyor olurdun. Arada bir başımızı kaldırıp, aynı resme farklı şeyler düşünerek bakardık, her zamanki gibi.
Burada olman vardı şimdi.
Benim sıcak memleketimin güneşinde yürürken belki sen, çok bunalır da bana söylemezdin. Ve belki de ben, içten içe bilirdim bunu da teşekkür ederdim sen duymadan. Ya da biz...
Belki yerel saat farkından güneş dolarken odama, sen derin rüyaların içindesindir. Belki senin enlemin kuzeyde diye yağmur vuruyordur pencerene.Belki ben Ekvator'a daha yakın olduğumdan daha hızlı dönüyordur başım ve belki senin kan dolaşımın hızlanmaktadır benden yükseklere çıktıkça ama biz... Biz, tüm bu coğrafi ve bilimsel açıklamalara inat, güzelim bir mucizeyle gökyüzündeki aynı noktaya dikip gözümüzü birbirimizi düşünüyor muyuzdur?
Sanmam...
Hikaye
18 Mayıs 2010
TEVFİK FİKRET VE GALATASARAY
*nazire: Bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı şekil, vezin, kafiye ve redifle yazılan şiir.
15 Mayıs 2010
Tahmin etmek zor değil,
Gizlice yakıyorlar yalanlları,
Önce boyuyorlar bazılarını,
Biraz beyaz serpiştiriyorlar,
Ama hepsinden çıkan, aynı kara duman.
Gözlerimi aynı acıtmasa da
Hepsinin kokusu aynı ağrıtıyor başımı.
Ağır torbaları sırtlarından atarken,
Hissedemiyorlar dumanın hafif ağırlığını.
Sanıyorlar ki kül olursa hiç dokunmaz zararı.
Hâlbuki yıldızlar görünmüyor artık penceremden.
Bilmezler mi ki kara duman bir kere karıştı mı gökyüzüne ,
Dağılıp yıldızlar görünmeye başladığında bile,
Bir daha gökyüzüne hiç bakılmayacak aynı pencereden.
Karamel
Öyle bir rüyaya uyandım ki, hayalden daha mükemmel… Her yer karamel, ağzımı açınca şaşkın sanırlar diye susuyorum. Işığından kamaşan gözüm büyüleniyor sanki. Sadece bakmak istiyorum karamele, yaklaşmak, sarılmak…
Öyle bir ağladım ki gözyaşlarım hiç bitmeyecek gibi… Kaybettim sandım, daha doğrusu geç kaldım. Keşke atlayınca geçse tüm acılarım. Sevmeyeni sevmek geçer mi? Sonra düşündüm elimden geldiğince, ben sevilmeyi sevmiyorum ki ben seni, karameli seviyorum. Başkasının da olsan anlarım, vazgeçmez, yine de severim. Belki de sen sevilmeyi sevemeyen bir sevgilisindir. Beni sevemeyen…
Öyle bir düşündüm ki kalbim hissetmeyi unutuyordu sen olmasan, büyün olmasa, gözlerin olmasa. Karamelim sen sarının da olsan karamelimsin, benim olmasan da benimsin. Sarıya baksan da benimsin, benim karamelimsin.
Öyle bir duydum ki sanki şu güne kadar yalanmış sevinçlerim. Gölge kalkmış, engel kalkmış. Sarı yok artık. Karamelimsin, her zaman öyleydin.
Öyle bir istedim ki utandım bitişini görebildiğim bir şeyi başlatmaktan. Sayısız mutlu azaptan sorumlu olmaktan… Acıyı sevmek, sevilmeyi sevemeyen sevgiliyi sever gibi, beni sevmeyen…
Öyle bir seviyorum ki karamelden ayrılık azapların en büyüğü gibi. Öyle bir özlüyorum ki çöldeki tek damla gibi. Öyle bir aşığım ki, sen de seviyorsun galiba beni, aslında eminim, artık sadece sevmiyorum, bunu söylüyorum, bağırıyorum ‘Sen benim karamelimsin! Hep benim, sadece benim…’
Kirli Par(a)(maklar)
Mustafa’ydı çocuğun adı ustası seslenirken öğrendim. Çocuğa yaşattığım sevinç mutlu etmişti beni bir de şu soğuk, karanlık ve kalabalık kasadan kurtulmak. İşte ben bunun için vardım. Mustafa’nın mavi gözlerinin içini güldürebilmek, küçük beyaz suratında bir gülümse bırakabilmek için. Parayla dolu bir kasada değer görmeden yaşamak için değil. Mustafa beni özenle cebine yerleştirdi, belki Mustafa’nın cebi çok daha dar ve karanlıktı kasadan ama bir köşeye atılmayacağımdan emin ve mutluydum. Bütün gün dolaştı Mustafa, kıraathaneye gidiyor boşları veriyor, siparişleri alıp dağıtıyordu. Ben de sesleri dinledim eski pantolonunun yırtılmak üzere olan cebinde. Akşam Mustafa bir odada çıkardı cebinden tekrar. Odada gelişi güzel toplanmış iki yer yatağı vardı, birinin üstünde çizgili bir pijama atılı duruyordu. Mustafa yatakların arasında duran sehpanın üstündeki kumbaraya atmıştı beni. Bu kumbarada en büyük bendim bir tek beşlik vardı kâğıt olarak diğerleri hep bir lira, elli kuruş, on kuruş… Onlar da bana benim yüzlüklere baktığım gibi bakıyorlardı. Anlamıştım pek sevmemiştiler aralarına yeni gelen bu kibirli yirmiliği. Mustafa beni kumbaradan çıkarıp cebine koyduğunda merak etmiştim beni ne için kullanacağını. “ Belki bir top alır, belki de güzel bir kitap.” Diye geçirmiştim içimden. O beni beyaz önlüklü, elinde satır olan, kır saçlı bir kasaba uzattı. Elinde de et torbası vardı. Ne kadar da safmışım Mustafa nasıl top oynayabilir, kitap okuyabilirdi ki, daha doymak derdini aşamamışken.
Çok kalmadım bu kasapla bir bankaya yatırdı beni başka paralarla. Tekrar açık havaya çıkışım bir bankamatikte oldu. Merakla inceledim etrafı. İstiklal caddesiydi burası daha öncede gelmiştim hemen hatırladım. Beni on beş, on altı yaşlarında delikanlı bir öğrenci çekmişti iki yirmilikle beraber. Lisede yatılı okuyormuş, ailesi göndermiş parayı. Beni en kolay alan o olmuştu ne Mustafa gibi çay götürmüştü ne de kasap gibi et doğramıştı. Diğer yirmiliklerini cüzdanına koydu ben elindeydim. Bir kumpir aldı karşıda ki dükkândan, iki dakika içinde ayrılmıştım yeni sahibimden. Bu dükkâna da aynı gün içinde bir müşterinin para üstü olarak veda ettim.
Yine bir adam almıştı beni, zayıf uzun boylu bir adam. Cüzdanına koydu hemen, cüzdanı da pantolonun arka cebine. Gün boyunca gezdi, sürekli cüzdanı çıkarıp durdu, bir parayı aldı başka bir parayı koydu. Uzun süre yürüdüğünü hatırlıyorum. Çevrede hiç ses yoktu. Aniden durduğunu hissettim. Birisi seslenmişti:
-Birader! Bir baksana!
-Ne var?
-Hiçbir şey yok!
Bu konuşmalardan sonra acıyla bağırdığını duydum zayıf uzun boylu adamın, hemen sonra sarsıldı. Birisi kurcalıyordu adamın ceplerini, cüzdanı buldu. O da arka cebine koyduktan sonra hızla yürümeye başladı. Biraz uzaklaştıktan sonra cüzdanı açtı. Kahretsin der gibi baktı bana. Sesinden beklediğim bir tipti esmer, orta boylu, gözlerinin altı mor, sakalları birbirine karışmış. Beni eline aldı, cüzdanı fırlattı. Sertçe duvara yaslandı, duvara sürtünerek yere çömeldi. Buruşmamı önemsemeden başını elleri arasına aldı. Elini başından çekip bana baktı, yıpratmıştı beni. Küçümsercesine elinde birkaç kez döndürdü, bir önümü bir arkamı inceledi. Ne arıyordu anlamamıştım. Sonra kısık sesle şöyle dedi:
-Bunun için mi?
O onda ona haykırmak istemiştim:
-Evet, bunun için, her şey bunun için. Ama diyemezdim ki sadece bir yirmiliktim duyamazdı insanlar beni.
Kalktı ayağa, beni cebine koydu. Hızla yürümeye devem etti. Uyumaya niyeti olmadığı
belliydi. Gecenin zifiri karanlığında titreyen parmaklarıyla uzattı başka bir adama, adam da ona hap gibi bir şey verdi.
Belli ki bu adam da uyumayacaktı, anlamıştım o gece uykunun bana da yasak olduğunu. Azıcık kestirsem zarar gelmez, en azından yeni sahibime kavuşana kadar diye düşündüm. Sarsıntılara aldırmadan usulca uyumaya başladım. Tahmin ettiğim gibi belki on, belki on beş dakika sonra uyandım. Bir kadının ince, kırmızı ojeli parmakları arasında duruyordum. Karşında beni ona veren adam vardı. Kadının üstünde saten beyaz bir gecelik vardı. Sabahlığın aşağı doğru kaymasıyla açılan omzunu sarı saçları belli belirsiz örtüyordu. Ağlarken koyu makyajı dağılıyor, yanaklarını kirletiyordu. Bir eliyle sabahlığını sıkıca sarmıştı. Öteki elinde hafifçe tuttuğu beni fırlatmaya hazırlanıyordu. Ve ben nasıl olduğunu anlayamadan bu narin parmaklar öylesine sert, öylesine hırslı fırlattı ki beni adamın sarsak suratına doğru...Ve şöyle bağırdı kadın:
-Senin kirli paranı istemiyorum. Git artık, yeter! Git!
Ben büyük bir kavga beklerken tek kelime etmeden çıkıp gitti adam. Kadın da kendini yatağa attı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ve ben yerde kalakaldım öylece. Kadın “kirli para ” demişti bana.“Kirli para”, kirli, kirli, kirli...Benim için kavga etti insanlar, benim için ölüp, benim için öldürüldüler... Evet kirliydim kanın kiri bulaşmıştı üstüme, biraz da gözyaşı. Bu yüzden artık insanlar kirli para diyorlardı bana. Ama yine de bu ithamı hak etmiş olamazdım, parmaklarının arasında el değiştirmekten başka bir şey yapmamışken. Dedirtmişlerdi işte,demişlerdi ve demeye devam edeceklerdi muhtemelen. Ne yaptım kirlenmek için söyler misiniz? Ne yaptım kirli para olmak için? Ne yapabilirdim? Nasıl da anlayamıyor bu aklı var denilen insanlar kirli olanın ben değil kendi parmakları olduğunu. . Dokundukları her şeyi kirleten onlarken . Hangi hakla bana kirli para deyip bir köşeye atıyorlar? Ve şimdi ben haykırıyorum onlara:
-Daha fazla kirletecekseniz çekin üzerimden kirli parmaklarınızı...
5 Mayıs 2010
Kaçmak
Sis
27 Nisan 2010
Ağlıyor kaldırımın soğuk taşları arasında.
Rüzgar yalıyor bacaklarını, ellerinde çakıl taşları;
Gözleri hafif nemli, hayata inat çatık kaşları..
Nedendir yalnızlık bu gökyüzünün altında?
Yağmurlar dindiremedi mi kalbinin sızısını?
Sen yine de hep böyle küçük kal çocuk;
Sen büyürken büyümesin hayal kırıklığın..
24 Nisan 2010
İlham Perisi
Oturuyorum yol kenarındaki bir banka.Denizi seyredip martılara simit atabilecek kadar kaygısız olduğum günleri özlüyorum.Bankta mesajlaşan kızı , telefon kulübesinin önünde başımdan geçenleri , yitirdiğim zamanı , bilinmeyeni...Hepsi mazide kaldı , artık bir cümleyi bile dökemiyorum satırlara , ruhum da kalbim gibi çekildi kabuğuna.
Elmayı bitirip çöpe atıyorum.Herkes mutlu ve tüm insanlar bakıyor umutlu.Onları yazmaya çalışıyorum , olmuyor ; kendimi anlatayım diyorum , yinelemeye düşüyorum.Çünkü ben diğer insanlar gibi bir sevinip bir üzülmüyorum.Benim gözlerim hep bakıyor dolu dolu ve yüzüm görünüyor bulutlu.
Geçmişimi silip yepyeni bir sayfa açıyorum ; ama bu sayfa eskisinden daha kirli.Bu yüzden geçmişimi ve bir mürekkep hokkasına doldurulmuş bitmek tükenmek bilmeyen ilhamımı arıyorum ve gecelerce onlara acıyorum.Artık ağlayamıyorum da , hissedemiyorum.Ayağım uyuştuğu için yere basamıyorum ve bu yüzden insanlar hayallerinde yaşayan biri olarak nitelendiriyor beni.Ellerim tutulduğu için dökemiyorum satırlara hislerimi ya da günden güne hissizleşişimi. Suyun akışına bırakılmaktan nefret ettiğini söyleyen ben , bilinmeyene doğru sürükleniyorum.Bilinmeyenin bilinenden daha belirgin olduğunu öğreniyorum.Böylece bilinmeyenden korkmaktan vazgeçiyorum ve büyüyorum.
Yazamıyorum , ilham perisi uçup gidiyor bilinmez diyarlara.Hissizleşiyorum ve yazamıyorum bir tek kelime daha.İçimdeki gizli bahçeye giden geçitler kapanıyor.Yazacak bir şey kalmadı ; çünkü dertlerim beni benimle bıraktı.Suskunum , ilham perisini bekleyeceğim birkaç vade daha.En azından şimdilik suskunum.Ama bu olamaz kesin bir veda ; çünkü tüm başlangıçlar saklıdır erken gelen bir sonda.
21 Nisan 2010
Güvensiz
Yuvarlanan askerler ve yere boylu boyunca uzanmış yorgun bedenim.Kalbimde de bir kan gölü,ki asıl o götürecek beni ölüme.Kırık kalbimi onarmak için kaç değersiz kelam sarf edilecek acaba bu defa?Asıl savaşı içimde yaşıyor ve kendime yeniliyorum aslında.
Satırlara dökülüyor çaresiz ağıtlarım ve boğazımda düğümleniyor tüm kargışlarım.Köstekli saatime işlenmiş yıllar önce aile armam;ama gideceğim yer yaman.Yerden kaldırmak için beni,uzanıyor bir düşman askerinin eli.Tutmuyorum , kalkmıyorum , basmıyorum ayaklarımın üzerine.Ya o da bıçaklarsa sırtımdan beni diğerleri gibi?Susuyorum , zaman ilerliyor ve zihnimdeki savaş sürüyor;ama ben susuyorum.Kimse anlamıyor beni ve kaybediyorum değer verdiklerimi.Gözümden bir damla yaş süzülüyor takvimde koparılan bir yaprak gibi benden koparılan her dosttan sonra.Bir takvimim ben , yaprakları acılarla yoğrulmuş saman kağıdından.Asılı olduğum paslı çivi duvarı çatlatmış ,ha düştü ha düşecek o da.
Beni bu durumdan kurtaracak tek şey o yabancının elleri , korkuyorum , ya on da aldatırsa beni?Susuyorum, içimdeki savaş devam ediyor , hem de giderek hızlanarak.Asker başımda bekliyor hâlâ.Yüzünü inceliyorum.Kapkara gözleri ve dağınık saçlarıyla bana aşina geliyor.Yabancı bir er değil üstelik , benimle aynı üniformayı taşıyor ve aynı amaç uğruna çarpışıyor.Önceden belirsiz olan yüzü giderek netleşiyor:Bu benim.Kendime yardım edebilecek tek insan da kendine güvenmeyen insan da benim.Güvenemiyorum artık kimseye , kendime bile.Kaybettikçe insanlar güvenimi , ben de kaybediyorum kendimi.
YAĞMUR VE SEN
Yan odalardan birinden geliyor onun sesi.Az önce gördüm en son;ama onu saat başı görmek benim içi yetersiz.Kelimeler kifayetsiz ve en güzel sevgi sözcüğü bile değersiz.Ona olan hislerim ne zaman,nasıl başladı,bilmiyorum.Tek bildiğim onsuz yapamadığım.Günlerdir kaçıyor benden,eskisi gibi olabiliriz diye kovalıyorum ben de onu.Ne yaparsam yapayım tablo değişmiyor.o hep kaçıyor,makus talihim ise hep susuyor.Sevmekle sevmemek arasında ince bir çizgi var,ben o çizginin başladığı yerdeyim.
İçim sıkılıyor her saniye.Yaşamaktan elimi ayağımı çekip yağmuru izliyorum.Onun sesini artık duyamasam da aklım hâlâ onda.Odanın içerisinde eski bir divan...Duvarları pembe,çiçekli bir duvar kağıdıyla kaplı.Duvar kağıdı yer yer kalkmış.Yaşanmışlık kokuyor odanın her bir yanı.Ama şu an,yaşamdan çok ölüm var bu odada aklımda.Zihnimdeki derin karmaşaya son verip bavulumu toplayıp gitmek istiyorum buradan çok uzaklara.Ölümle yaşam arasında seçim yapamıyorum şu anda.Bir yanım sensizlik denen acı gerçekle savaşmaya çalışırken,diğer yanım da bu boş anımı fark edip sıvışıp kaçıyor.Yarım kalıyorum,zamanla yarım kalıp yalnızlaşmaya da alışıyorum.Üşüyorum,kalbim buz tutuyor zincirleme gelen tipi fırtınalarından sonra.Bedensel bir şey değil bu,eğer öyle olsaydı azat ederdi ruhumu bıçaktan keskin soğuk,üzerime bir hırka geçirince ve ben tüm dertlerden arınabilirdim böylece.Ama çok zor yüreğime yağan tipiyi kazıyıp derinlerdeki mutluluğu güneşle kavuşturmak.
Yağmur hızlanıyor giderek ve bir yavru köpek sırılsıklam olmuş.Havlamaya çalışıyor derdini anlatmak için,kesik çığlıkları tırmalıyor kulak zarımı.Hayat onu da sarsmış derinden ve hırpalanmış olduğu belli her hâlinden.Kalbim onun gelme ihtimaliyle küt küt atıyor ve saatten tik tak sesleri yankılanıyor.Korkuyorum,hava karanlık,zifiri karanlık.Canım sıkılıyor,yalnızlık dört bir yanımı sarıp yüreğimin el değmemiş köşelerini fethediyor.Bir baykuş kocaman gözlerini açıp bakıyor bana öfkeyle.Ondan da,yalnızlıktan da,senden de,sensizlikten de korkuyorum.Bir gün tamamen ayrılırsa ellerim ellerinden ve araya girerse mesafeler inceden inceden,işte o gün ben de biterim tez elden.
Yağmur kesiliyor,sesini hâlâ duyamadığımdan olsa gerek,ben de senden ümidi kesiyorum.Ama ne kadar inkar edersem edeyim seni yüreğimden silip atamıyorum.Yağmurdan sonra etrafa yayılan toprak kokusundan kopamamak gibi bir şey bu...
BEYAZ ODADAKİ KELEBEK
Büyüdü.Büyüyünce anladı çocukluğun altından değerli bir çağ olduğunu.Eski bir döşeğin üzerinde duruyordu annesinin yorgun bedeni.Ölüme adım adım yaklaşan annesine"Elveda!"ların en güzellerinden bir demet yapmıştı.Daha o demeti sunamadan , annesinin ruhu sonsuzluğa uzandı.Ağladı , artık hayat denen patikada hiçbir çiçek açmıyordu ve güneş eskisi gibi gülümsemiyordu.Haykırdı acısını ; ama kimse duyamadı onun sessiz çığlıklarını.
Annesi de gidince bir elinde kardeşinin yumuşacık eli,diğer elinde nice mutlu günlere tanıklık etmiş ahşap bir bavulla kalakaldı bir tren garında.Önünden nice trenler geçti ; ama hiçbirinden beklediği haber gelmedi.Paltosunu çıkarıp kardeşinin üzerini örttü soğuk bıçaktan keskin olunca."Kalan sağlar bizimdir."deyip kardeşine kol kanat gerdi.
Bir gün bir yabancı yaklaştı yanına.Yabancı , hayatın sillesini yemiş bu çocuğun elindeki son "sağ"ı elinden çektiği gibi aldı ve çok uzaklara götürdü. Ne olduğunu anlayamadan yıllar geçti ve takvimdeki yapraklar birer birer uçuverdi.Çocuk büyüdü , hâlâ anne sevgisine muhtaç bedeni zorluklara göğüs geremiyordu artık.Uykusuz geceler vekafein dolu düşlerle kaplıydı dört bir yanı.Sustukça sıra ona geldi ; ama o itilip kakılsa da susmaktan vazgeçmedi.Sessizliğin boşluğunu doldurmak için kafasında hayaletler üretti kafasında , onlara inandı ve hayata onlarla tutunmaya çalıştı.Kalan sağlarla yaşamaktansa sağ olmayanlarla mutlu olmaya karar verdi.Özlemiyordu artık kaybettiklerini.Zihninde yitip gidenlere ait siluetler dolaşıyordu.Acaba var olmuş muydu onlar?Artık hayal ile gerçeği ayırt edemez olmuştu.Sadece rüyalarındaki peri kızını düşünüyor ve yalnız o peri kızı için yaşıyordu.Hayatı boyunca o kızı aradı;ama hayaline sarıldı aslı dururken.Evi sokaklar oldu ve kaybettiklerini yaktığı kartonların üzerinde ellerini ısıtırken hatırladı.Hayal meyal...Kardeşine ne olmuştu acaba?Kardeşi olmuş muydu hiç , yoksa her şey onun hayal dünyasını ürünü müydü?Annesi ile babasına ne olmuştu?Kuşlar nasıl yorulmadan kanat çırpardı sabahtan akşama ve niye dönerdi dünya? Bir gün siren sesleriyle uyandı.Aklının iplerini salalı uzun yıllar olmuştu.Deli gömleğini giydirip bembeyaz bir odaya kapattılar , kelebeği tekrar hapsettiler kozasına.O bembeyaz oda , onun gözünde rengarenk dünyalara açılan bir kapıydı.Kalanlar sağ olmasa da o hâlâ sağ idi.Yoksa değil miydi?
12 Nisan 2010
Mavi Ateş Böcekleri
Geceler ve gündüzler, yalnızlık ve esaret, aynı zamanda tuğlaların arasına sıkışmış şu saçma sapan sesler...Geçip giden zamandı sadece; diğerleri hep kalıcı.
O gece, diğerlerinden çok daha yalnız olduğu ve esaretinin bile sınırlarındaki kapıları kırmak için uğraşacak kadar esir düştüğü o en karanlık gece, bir şeyler değişti.Nerden geldiği bilinmeyen gizemli ışık çoğaldı, çoğaldı; sonunda öyle arttı ki o saçma haykırışlardan ses çıkmaz oldu.Hatta labirentin duvarlarının boyu bile kısaldı:Bütün tuğlalar sinmişti çünkü kendi köşelerine.Fırsatını yakalamıştı adam.Hiç olmadığı kadar hızlı koştu, yönü bildiğinden değil-ışık onun da gözlerini kamaştırmıştı-içinden gelen sesin dediği yöne attı adımını, sonra ötekini ekledi ve kolları tüm bu devinime uyum sağlayarak sallanmaya başladı.Tüm bunlar olurken geceydi hâlâ gece olmasına, ışık bölemiyordu geceyi:Adı gündüz değildi ne de olsa.O, başka bir şeydi, bir alevdi tutuşmayı bekleyen.Ve o alev, o özgürlük alevi, gözlerine sıçradı.Ulaşmıştı yıllardır aradığı şeye içindeki labirentte.Bulmuştu merkezi ve esaretin parmaklıları özgürlük tarafından paramparça edilmişti.
Gözlerini açtı; evet, ışık onun içindeydi, başka bir yerde değil.Ve o kapkaranlık gecede özgürlük onu oraya, bütün o yüksek duvarları ve saçma haykırışları yenerek içindeki labirentin ortasına getirmişti.Bulduğu şey, ışığın merkezi olan şey, bir fanusun içinde birkaç ateş böceğinden ibaretti.İçlerindekini sadece gece gösterenlerdi o ateş böcekleri.Gündüzleri uyuyup siyah bulutların, ışık beyazının ve özgürlük mavisinin üstünü yavaş yavaş ve sinsice örtmesini göremeyenlerdendiler.Neden sadece en karanlık zamanlarda ortaya çıkarlardı ki?Neden sadece en zor anlarda dökerlerdi ışıklarını etraflarına?Adam cevap veremedi; sadece artık onlar da özgür olsunlar istedi.Fanusu kaldırdı ve ateş böcekleri birer beyaz nokta olarak geceye karışmaya uçtular.Tozup siyahla örtülecekleri sırada patladılar.Gece sonlandı ve adamın içindeki labirent yıkıldı.Sonra adam düşünmeden yüzünü güneşe çevirdi.Beyaz ve köpüklü bulutlar üstünde dilediğince uçup rüzgarları döve döve ilerlemeye ve beyaz bir ışık olup etrafındaki ışık ordusuna karışmaya hazırlandı.Gözlerindeki ateş mavi ve saftı.
Su
Sonra birkaç tane; ardından birkaç tane daha...
Tek bir çizgi halinde, aynı zamanda sakin...
Az sonra biraz daha yoğun öncekinden...
Sonunda delicesine, sıçrata sıçrata etrafına,
Taşıra taşıra biriktirdiklerini...
Yeri geldiğinde bir kelebek, yeri geldiğinde bir kaplan...
Su; sadece su...
10.15
4 Nisan 2010
Sen de Özledin mi?
Aydınlıkla hiç tanışmamış bir kelebek,geldi ve geçti,artık bitii.Artık karşılaştı onunla,geri dönse de alışamaz karanlığa.Kaybettik onu.Ama ya mecbur kalırsa,aydınlık da geçicidir, ya bir gün kararırsa,kapanırsa hava,en çok ona üzülüyorum,ondan korkuyorum.Bulamıyacağına inanmayacak,bunu biliyorum ,en çok ona üzülüyor,ondan korkuyorum.
"Ben, hiç tam anlamda göremiyen,her zaman karanlıkta kalan bir kurban,belki de talihli ya da suçlu."Geçen sene bu dönemlerde kalemimden çıkan bir itiraf,bir amaç,belki bir korku.Artık gördüm ışığı,keşke görmeseydim dedim bazen, diyorum da şu anda.Karanlıktayken öyle düşüneceğim tabi.Alıştığın bir yeri terketmenin en kötü yanı nedir bilir misin?Orayı hep özlersin ,ama oraya dönünce de sevemezsin,göremezsin etrafını.Görebildiğin karanlık,göremediğin pişmanlığa dönüşür,tıpkı birazdan öleceğini bilmeden yaşayan bir kelebek gibi,güneşe uçabileceğine inanan,ona yaklaştığını sanan,en sonunda da kapatan karanlığa gözünü.Sonra da hep karanlıkta kalsaydım diyen.
Işığı özledim,sen de özledin mi?Görebilmeyi özledim,sen de özledin mi?
GİZLİ BAHÇEM
3 Nisan 2010
Bir Oyun Sahnesi: Dil-Anlam
Anlayamıyoruz, anlamlandıramıyoruz, insan olarak.
İletişim kuramıyoruz, insanlar olarak.
Bizim için, anlama- anlamlandırma- iletişim kurma olanaklarını yaratıp, eşzamanlı olarak da bunlara izin vermeyen varlık nedir? Dil. Eşyaya anlam yüklememizi, eşyayı kendimize ve/veya diğerlerine sunmamızı sağlayan varlık olarak “dil, nerede insan varsa, orada bulunur.” Dilin kullanıldığı yerde ise, konuşan- dinleyen/ yazan- okuyan insanlar vardır, bazen tek kişi, bazen de bir topluluk olarak. Ayrıca “dil, söyleyen ve işitenin diyalogunda o zamana kadar mevcut olmayan bir şeyi görünüşe çıkarır ve konuşanlar için dünyayı açık kılar.” Dilin dille, anlamla, insanla ilişkilerinde önemli bir nokta vardır ki o da bu ilişkilerin, çeşitli neden- sonuç bağlamlarında artzamanlı olarak var olmaması; bilakis bu ilişkilerin eşzamanlı ve kopamayacak olmasıdır.
Dil hakkında birkaç yüzeysel saptama yaptıktan sonra, burada değinmek istediğim esas konuya geçebilirim: anlam
‘Anlam’ kelimesi, sözlüğe baktığımızda karşımıza “bir kelimeden, bir sözden, hatta bir davranış veya olgudan anlaşılan şey; bunların bize hatırlattığı düşünce veya nesne” tanımıyla çıkıyor. Anlamın anlamını öğrenmek için çıktığımız yolda, ‘anlamak’ fiiliyle karşılaşıyoruz. O ise bizi, “bir şeyin ne demek olduğunu kavramak” tanımıyla, ‘kavramak’ fiiline yönlendiriyor. Onun tanımı ise bizi başa döndürecek: “Her yönünü anlamak.”
Sözcüğün ne ifade ettiğiyle ilgili bir sonuca varamadığımızı görüyoruz. Sözcüğün etimolojik incelemesi ise “anla + ım” formülünü sunuyor. ‘Anla-’, anlamak sözcüğünün de kökü olan ve her hangi bir somut tanımı olmayan dil ögemiz. ‘-ım’ eki ise, fiilden isim türetirken kullandıklarımızdan (eyle-eylem/ bağla- bağlam). Küçük bir oyun oynadığımızda, biraz daha belirir gibi oluyor. Oyuncağımız olacak sözcüğü –anlam- ikiye bölüyoruz. Elimizde, biri tek başına bir şeyler ifade eden, diğeri ise yardımcılara ihtiyaç duyan iki öge var: ‘an’ ve ‘-lam’. An, “zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası”na verdiğimiz ad. ‘-lam’ ekini de, ‘bağ- bağlam’ türemesindeki işlevinden yola çıkarak ele aldığımızda, anlam sözcüğünü bir nebze olsun görünür kılma çabamızın ürününü alıyoruz: eşyanın, bir an içerisinde, bizde yarattığı etkiler, çağrışımlar, imgeler bütünü.
“Anlamın anlamı nedir?” sorusunun cevabının belirlenemezliği başka sorulara yöneltiyor bizi. Anlam ne işe yarar? Eşyanın anlamları sınırlı mıdır?
“Anlam, anlama, birbirine benzemez iki öge arasındaki ayrıma işaret eder.” Eşya arasındaki sonsuz benzerlikler ve farklılıklar, sonsuz bir anlamlama olanağı sunar bize. Sonsuz anlamlar kümesi, farklı yaşantılar geçirmiş insanların sözcüklere farklı anlamlar yüklemesi ‘sayesinde’ dizginlenebilme ihtimalini kaybeder.
Anlamın sabit/ tek olmadığını ileri süren düşünür Jacques Derrida’nın yöneldiği yola sapmanın eşiğindeyiz şimdi. Derrida’nın oyun hevesine değinmeden önce, anlamın dile getirilişiyle ilgili bir eğretileme sunmak istiyorum.
Bir okyanusumuz var ve içindeki suyu içmemiz bizim için gerekli(?). Bir tas alıyoruz ve suya daldırıp içini dolduruyoruz. O sonsuz su birikintisinden aldığımız cüzî miktardaki suyu içmemiz için ise kaşık kullanmak durumundayız; zira bize bunu öğretmişler. Tasa saldırıp, yalayıp yutmuyoruz. Kaşığı kullanarak içiyoruz suyumuzu; fakat bir sorunla karşılaşıyoruz. Tasın dibinde hâlâ su var ve kaşığımızla alamıyoruz onu. Ekmek banmak ya da kediler gibi içmek fikirleri doğuyor burada; ama herkesin harcı değildir bu; çünkü kelimelerin kullanılmadığı sanatlara karşılık geliyor o davranışlar.
Sanırım, bulunduğumuz konum Jacques Derrida’dan bahsetmek için çok uygun. Neden mi? Çünkü o, yukarıda sunduğum eğretilemenin tamamına karşı çıkıyor. Anlamın, dile getirildiği andan önce de var olduğunun kabulünü, Batı İdealizmi’nin bir zayıflığı olarak görüyor. Ona göre, “anlam, anlamlama ediminden ne önce ne de sonradır.” Anlamın belirlenimsizliğini göstermek için, göstergeleri ele alır. X göstereni, bizi Y gösterilenine yönlendiriyorsa, Y gösterileni de bir başka gösterilene yönlendirir ve gösterilen olduğu kadar gösteren de olur. Artık sabit değildir, hem vardır hem de yoktur. Bu durumu bir ‘yerini alma’ oyunu olarak görür ve bu görüş, “anlamlamanın alanını ve oyununu sınırsızca genişletir.” Mevzu bahis akışkanlığın bize etkisiyse, bizleri “neşeli bir anlam yaratma sürecine götürmesidir.”
Klasik anlayışa büyük bir karşı çıkıştır ve yeni bir bakış açısı sunar. Dile getirilen anlam, varlığını dile getirilmeyene de borçludur ve onun izlerini taşır. Sadece dile getirildiği için onlardan üstün olması gibi bir durum ise söz konusu dahi olamaz.
Dile getirileni (dil kullanarak doğrulanı, anlamı) bir arazi olarak ele alırsak, yatay-anlam/ dikey-anlam üzerine bir eğretileme elde ediyoruz. Dikey-anlam söz konusu olduğunda, dile getirilen açık şekilde sunulduğu için o noktaya odaklanılır. Birisi bize petrolün yerini göstermiştir ve o noktayı kazarız. Yatay-anlam ise arazinin genişliğini sunar bize. O noktadaki petrol, orada bulunmasını, bulunmadığı bölgelere de borçludur. Önemli olan arazinin bir noktası değil tamamıdır. Dikey olarak çalışmak yerine, yatay olarak ‘oyun oynar’ bu görüş. Her nokta ve bölge önemli olduğu içindir ki “hiçbir yorum nihai yorum olma iddiasında bulunamaz.” Ayrıca, “bu yaklaşım, sınırsız geriye gitmenin (bir köken veya bir hakikat aramanın) acısı yerine; sınırsız bir yaratımın zevkini koymaya çalışır.
Yazımın sonuna geldiğim için, birkaç soru dile getirmek istiyorum. Bu sorular, var olan metin üzerinden alt-metne ulaşmaya çalışanları değil üst-metin yaratmaya çalışanları ilgilendiriyor.
Gördüğümüz üzere anlamı anlamlandıramıyoruz; fakat o da peşimizi bırakmıyor.
Bu ayrılamazlık içerisinde, anlamı dile getirmeye mi çalışacağız, yoksa anlam üzerinden oyun mu oynayacağız?
Kontrolümüz dışında yaşayan bu oyunu ciddiye mi alacağız, yoksa ciddiyetle mi oynayacağız?