24 Haziran 2010

Yalan

Bugün,
Bir farklısın sanki bugün.
Dürüstsün, neden
Bilmiyorum neden dürüstsün.
Ama tahmin edebiliyorum,
Benden çekinmiyorsun artık.
Açıksın, bağırabiliyorsun,
Deliriyorum.
Korkuyorum senden,
Hayattan, doğrulardan.
Ben senin gerçeklerinden korkuyorum.
Ben senin başka yüreklerde duyulan özleminden nefret ediyorum.
Senin bana bakışından korkuyorum.
Yasak olmaktan çekiniyorum.
Bugün,
Yalan söyle lütfen bana bugün:
“seni seviyorum”

12 Haziran 2010

YAŞAMAK İÇİN

Yaşamak nedir bilmez ki
penceresiz koğuş
koğuştaki mapus
karanlıktaki korkak
Ve yaşamak nedir bilmez, gözünü kan bürümüş mahluk.

Hiç yaşamamış say
sağır halkları
Çünkü hiç yaşamadı
sessiz halk şarkıları

Yaşamak için
insanların kokusu gerek
biraz temiz hava
Ve alabildiğine
mis gibi
Özgürlük gerek insana

Damağında kalması gerek
Coşkunun tadının
Tutkunun ve aşkın,
Yaşamanın aşkı,
Özgürlüğe doymak
gerek

Ve bir tek lokmada, bir yudumda saklı
coşku, tutku, aşk
Ve hürriyet

Yaşayamam ben
ellerim toprağa değmedikçe
hissetmedikçe
kalabalığın nefesini ensemde
ellerimiz kavuşmadıkça

Yaşayamam özgür olamazsam.
YAŞAMAK İÇİN
Yaşamak nedir bilmez ki
Karanlıktaki kadın
Uzakta sevgili
Gelmesi yakın
Ve kör bıçak
Ve aşkın gözleri

Hiç yaşamamış say
Sağır aşkları
Çünkü hiç yaşamadı
Sessiz aşk şarkıları

Yaşamak için
Sevgilinin kokusu gerek
Biraz taze kolonya
Ve alabildiğine
Mis gibi
İğde ağacı gerek insana

Damağında kalması gerek
Coşkunun tadının
Tutkunun ve aşkın
Sevgiye doymak
Gerek

Ve bir tek lokmada, bir yudum suda gizli
Coşku, tutku, aşk
ve sevgi

Yaşayamam ben,
Tenim tenine değmedikçe
Hissetmedikçe
İnsan ılıklığını bedenimde
Ellerimiz kavuşmadıkça.
Sevemem yaşayamazsam...

10 Haziran 2010

bedelsizdir

sayfa sayfa
aydınlansın gecemiz

kaçmadık bu defa

şişkin parmaklarında sigar
bahşiş kovalarsın murat

biz seni yazmadık mı

biz
sayfa sayfa

isimsiz
taze sonbahardan
alınlığımız

muratın cebine kararan yolda

9 Haziran 2010

Sessiz

Çaresizim.
Anılarımda, bugünümde ve yarınımda
Keşkelerimi attığım için pişmanım.
Gölgesinden çıktıkça vuruyor yüzüme
Her gün biraz daha çok,
Bugünün benden götürdükleri.
Çaresizim.
Her gün biraz daha dışında buluyorum kendimi
Bu yalan, bu yapmacık düzenin.
Sorguluyorum kendimi;
Onlarda değil bende sorun,
Biliyorum.
Çıldırıyorum,
Utanıyorum düşüncelerimden,
Utandırılıyorum.
Yasaklanıyorum, sınır çektiriliyorum.
Anlatamıyorum, artık susuyorum
Senin karşında, anlatacak o kadar şeyim varken.
Kabuğumda mutluluğa zorlanıyorum,
Oluyorum da…
Çaresizim,
Mutlu oluyorum.
Kaybettireceklerini düşünmeden gülüyorum
Kaybettiğimi bile bile arıyorum
Çaremi.
Nerdesin, kiminlesin,
Çaresizim,
Konuşamıyorum.

7 Haziran 2010

Karmaşa

Beni yalnız bırakmayın. Koruyun beni onlardan. Onlar çok korkutuyorlar beni, insanlar, düşünceler, olaylar, kendim… Yanımda olun, sizinleyken ağlayamıyorum. Hüznümü içime gömüyorum, içe doğru akıyor gözyaşlarım. Anlık yalnızlıklarımda salıyorum onları. Artık her zamankinden daha fazla düşünür oldum acaba değiştim mi diye. Yoksa hain ayna gerçek yüzümü mü gösterdi bana? Her şeyim derken bensizlik üzer mi onları diye düşünmeye başladım artık. Suçluluk hissederler mi acaba beni yetersiz bulanlar? Ağlayacak arkadaş aramak ne kadar da sefilce… Şüphe duyuyorum en yakın arkadaşımdan bile. Evet, kıskanıyorum onu. Durum, hayat, onlar sefil değil, benim sefil olan. Kırın tüm aynaları, hatta toplatın tüm ekranları, siyah camları. Yansımama bile dayanamıyorum artık. Yumruk atabilsem keşke kendime... Hem nefretimi hem öfkemi boşaltırım kendime karşı. Kendime yapmak istediğim o kadar çok şey var ki. Kayboluyorum deneyip yapamadıklarımda. Bitirmem gerektiğini kabullenemedim asla. Hep yeni bir şans yalvardım, belki düzelirim diye. Kontrol edemiyorum kendimi. Kaybediyorum bilincimi. Bu eller, benim mi onlar, ben istemeden alkışlayan bu hayatı? Hayır, ben olamam bu. Hissedemedim, her zaman akılcıydım. Şu an kaybetmek istiyorum onu. Kalbime bırakacağım her şeyimi. Ruhumu, salacağım onu. Naparsa yapsın onunla? Hep bunu haykırmadı mı bana zaten? Hapisti bende. İşte birazdan özgür olacak. Sonrasına dair tek umudumun bu olmasından utanıyorum, suçluluk hissediyorum. Yaşamayı bile başaramıyorum ben. İlk kez haykırabiliyorum bunu, ben yeteneksizim. Sefilim, hadi acıyın bana. Yapacağıma aptallık diyin. Ben buna kurtuluş diyeceğim. Daha beter batamam değil mi? Borcumu ödeyemem herhalde. Beni yalnız bırakmayın. Koruyun beni kendinizden. Çok korkutuyorsunuz beni. Niteliğim fazlalıksa giderim o zaman. Birlikte başlamamız üstün olmanızı değiştirebilse keşke. Evet, bitti. Bitti belki ama ben daha bitmedim. Kalbim bitmedi. Dağıtamıyorum aklımı. Anla artık istenmiyorsun. Git. Rahat bırak beni, fazlalığım. Borçlu kalma kimseye. Azat ettim seni. Ancak şefkat bekleme kimseden. Gidersen ayrılırız. Başlamamızla bitişimiz aynı olmayacak, ne yazık. Git, rahat bırak beni. Kim dedi en yakınız diye? Sevmiyorum seni. Yalnız kalmak istiyorum. Aklım gitti, rahat bıraktı. Korkmadı acıdan. Denedi en kolayını. Uçuyor ruhum. Borçlu da olsa gittim. Sevgim yeter sana emin ol, en yakın dostum. Hiçbir şeye değil, sana üzülüyorum. Seni kaybettiğime. Korkuyorum senden, borcumdan. Özür dilerim, yapamadım burada. Israrcı olamadım, affet. Benden uzun yaşayacaksın, emin ol. Elveda…

KORKU

Güneşin doğuşunu izleyen gözler
Ya da niyetlenip dayanamayanlar,
Onsuz kalmaktan korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Gözler kapalıyken görülenler
Ya da açıp onu isteyenler,
Hapsolmaktan korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Umursamaz gözükmek için gidenler
Ya da gözleri arkada kalanlar,
Unutulup silinmekten korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Ününü kaybetmemek için rol yapanlar
Ya da hiç sahip olamayanlar,
Prensiplerinden korkanlar
İntihar süsü verilmiş korkularım…
*
Sensiz kalmış gibi
Gözümden akan yaşlar.
Senleymiş gibi
Suratımdaki mimikler.
İntihar süsü verilmiş
Yarından korkan korkularım.

Ayla Güneşin Özlemi

Kaldır başını, bak hala parlıyor. Görmüyor musun? Bırak acıtsın gözlerini, sınırları ne yapacaksın? Acılar huzura dönüşür, belki hala bir umut vardır içinde temizlenmek için, onda da sabır içine işlemek için. O kadar benimseme, ne de olsa benim o. Her ne kadar ben ihtişamlı ama sahte yıldızların esiri olsam da.
Bulutlar kapatır her zaman önümü, gözlerimi, umudumu. Benim yarattığım bulutlar, hem içimde hem de önümde olanlar, engellemeyin. Ben hazırım kaybetmeye, çıplak olmaya herkesin önünde, sorulmamaya, bilinmeye. Acısın, onu isterim zaten. Sınırsız bir ben, bir dünya… Temizlenmişken acısa ne fark eder.
Bakamam artık, sevemem. Sabır mı, bana verilmemiş. Yıldızların arkasını görüp söyleyememekten, bulutların şeffaflığından sonra ne sabrı… Beni düzeltmeye çalışmayın, kırılmadım ki ben. Kendinizi gösterin utanmadan, her ne kadar zor olsa da.
Ayla güneş aynı anda yüzlerini gösterdiğinde gelirim demiştim. Güneşin kararı belliymiş zaten, reddedilen aymış, hep elinde kalemi, gözlerinde nemle bakan kağıda.

HOŞÇAKALIN

Burası güzelmiş, her gelişimde derim gerçi ama gidişte… Son günlerde ayrılmak daha zor geliyor. Yol göstermek kolay ama buna mecbur olmak zor geliyor. Sanki bu sefer ölmek kolay, uçmak zor geliyor.
Vakit geçiyor, hava soğuyor yavaş yavaş. Toplamam lazım onları ama önce kendimi toplamalıyım. Hazır mıyım ki buna, bu yolculuğa, uçmaya ardımda hiçbir şey bırakmadan, uçmaya arkama bakmadan?
Belki son uçuşum bu buradan, belki son görüşüm burayı, bu denizi, bu doğayı. Belki son alışım bu temiz havayı. Belki son havalanışım, belki son terk edişim.
Kanatlarımın altından geçiyor hava yine hızlıca, acıtmadan ya da her zamankinden daha çok acıtarak kalbimi. Sanki düşüyorum ilk defa, ilk defa zorlanıyorum uçmakta. Sanki dönmek istiyorum başladığım yere ama artık tek çarem var bitirmek, sadece bitirmek, geri dönemem. Düşeyim o zaman heybetli dağlara, uçsuz bucaksız denizlere. Öleyim o zaman her şeyin bittiği yerde, tam şu anda. Herkese, hoşçakalın.

Mor Tezatlar

Geçen haftadan kalmış mor bir çiçek. Buram buram hatıra kokan; ama her nefeste tükenen ve tüketen. Bir defter arasında sanki yıllar önce unutulmuş, sahibinin kederi ona da vurmuş. Taç yapraklarına çamur bulaşmış, eski heybeti lif lif olup dağılmış. Görkemini kaybetmiş bir imparatorluğun başkenti gibi, yorgun İstanbul'um gibi, hüzün dolu ve yıpranmış.
Bir hafta önce taptaze parlayan, içinde bulunduğu ortama baharı ve mutluluğu taşıyan mor bir çiçek. Aklı başından gitmiş bir insan gibi fazlasıyla mantıklı ve hayatın sillesini yemiş bir âlim gibi uçarı. Tüm tezatların buluşma noktası. Zalim; ama bir o kadar da ürkek. Senin gibi, benim gibi. Sahip olduğum tüm yalanlar kadar gerçek ve tüm barbarlar gibi insancıl. Veda gibi soğuk ve uzak, bilinmeyene yürümek kadar tehlikeli ve heyecanlı. Gözyaşların gibi timsah ve sözlerin gibi zehr-i zakkum. Mor çiçek mağrur ve mağrurluğunun on katı kadar tehlikeli. Ağırbaşlı ve öfkeli.
Dün sana dair yazarken baş ucuma koyup hayallere daldığım, bugünse bakarken sana olan nefretimi haykırdığım zavallı mor çiçek. Bir hafta önce buradan ve benden çok uzakta rüzgârlara direnen, yel değirmenleriyle savaşan, şimdiyse bana tek kelime söylemekten aciz olan mor çiçek.
Kırılmış sapıyla var olmaya çalışan, aslında senden de benden de güçlü olan bir tılsım. Annemin adından çok daha önce bellediğim ve dünyaya gelmeden önce bile boynumda taşıdığım.
Onlara böyle bağlanmamış olsam bir belediye çöplüğünde kendini kaybetmiş olacaktı zavallı mor tezatlarım. Dün boğazımda düğümlenmiş bir hece, bugün maskemi evde unuttuğumda omzunda ağladığım zavallı bir şehir, yarın için dilediğim birkaç sihirli sözcük... Ben, solmuş mor çiçek ve intihara eğilimli mor tezatlarım. Beti benzi atmış, en sevdiği insanı kaybetmiş, umudunu bozdurup bozdurup harcamış üç zavallının hayata tutunma çabaları.
Bir hasta odasında bağırış çağırışlar. Hasta yatağının yanı başındaki sehpada eğri büğrü mor bir vazo. Vazonun içinde sapı kırılmış mor bir çiçek. Vazonun önünde mor bir zarf. Zarfın içinde eski bir sevgiliden gönderilmiş mor tezatlar. Mor çiçeğe ve mor tezatlarıma son bakışım. Zihnimle bedenimi birbirinden ayırıp sonsuz bir beyazlığa uzanışım.

6 Haziran 2010

Tutsak

Sen gittikten sonra bana kalan koskoca bir yalan,
Boşluğunu doldurmaya çalışan...
Gittiğin yer öyle uzak ki bana...
İsteseydin gelirdim dağları yırtarak,
Koşardım çöllerde kavrularak.
Mutluluk bana çok uzak,başımda gardiyanım,
Ruhum gözlerinde tutsak.
Bazı kelimeler artık bize yasak,
Mantığım ve bedenim birbirinden çok uzak.
Hareket vakti geliyor ve adımlarım trene yaklaşıyor,
El sallayanım bile yok ardımdan.
Beyaz bir mendil atıyorum pencereden hayali bir sevgiliye,
Yolum uzun,bekleyenim yok gideceğim istikamette,
Ne bir eş, ne de bir dost...
Ruhumsa bedenime inat savruluyor rüzgarlara,
Dalıyor eşsiz hülyalara.
İkisinde de sen varsın daima,
Uzayan giden mesafelere inat.

Sepya

Beni sevmediğini bildiğimden senden tüm umudu kesiyorum.Sahte bakışlarını yorumlayarak geçiremem çünkü ben bu koskoca ömrü.Hayat güzel , sensiz de açıyor tüm çiçekler , hem de umuda ve mutluluğa boyanmış hepsi.Eskiden bakışlarının etkisindeyken ben , sen tek bir damla yaştın gözlerimden süzülen.Artık yepyeni limanlara dönük yüzüm , sonunda yakamı bıraktı hazan rengi hüzün.Zaman geçiyor , senle olduğundan daha hızlı üstelik.Maskeli balon bitti ve prensesin camdan pabucunu geride bırakıp gitti.Hoş , gözünde hiçbir değeri yok ettiğim kelamın , ben senin için gecikmiş bir elvadayım.Huzurluyum , hayatımdan götürdüğün dert silsilesinden sonra gözlerimi kırpıştırarak gülümsüyorum geçip giden sepya hatıralara.Özlemiyorum seni aramızdaki kalın duvarların arkasından;çünkü en yakın olduğum anda bile en uzaktan daha soğuk davrandın bana.Sensiz , kelimeler bile daha ümitli anlamlar yükleniyor sırtlarına.Aşkın kör dedikleri gözü giderek açılıyor.Düşen maskenin ardından görüyorum gerçek yüzünü.Hercai gönlümün delice kapıldığı ve aklımın kendini fazlasıyla kaptırdığı bir masalsın sen.Günden güne eskiyen ve tarihin tozlu sayfalarında yer edinen...ve zamanla yitip giden...
Peki ben niye sana dair yazıyorum haftalardır ve niçin adın dışında bir kelime dökülmüyor ağzımdan.Sebebi bende saklı biliyorum;ama ne iyice yaklaştım ne de duyuyorum.Sonuçta anlayamıyor ve anlatamıyorum.Seni özlüyorum hiç özlemediğim kadar..Senden yadigar siyah-beyaz fotoğrafları sıkıştırıyorum avucumda , hiç var olmamış olsalar da.Kendime yalan söyledim ben aslında yazdıklarımda.Her ne kadar yüzüne gülsem de nefretimi saklayamıyorum içimde , seni sevdiğimi ve hep seveceğimi artık anla.

Anılar ve Sen

Yüzün yavaş yavaş siliniyor belleğimden.Masum ve güzel anılar da yüzüne eşlik ediyor dönüşü olmayan bu yolda.Beni aşka inandırmak için o kadar uğraşmıştın oysaki...Yazık oldu bize,sadece bunu söyleyebilirim.Küllerinden doğan bir aşkın hazin sonu.
Sensiz her şeyin boş ve anlamsız geleceğini sanırdım.Yalan değilmiş,başlarda fazlasıyla zor oldu.Bitkisel yaşamda gibiydim.Hayata pamuk iplikleriyle bağlıydım.Kendimi zorlayıp bu ipliklere sıkı sıkıya sarıldım.Senin de mutlu olmamı istediğini biliyordum.Tuhaf biliyorum;ama gitmeyi isteyen de bendim,üzülen de ben...Tabii ki sen beni yine hayata bağladın.Senin varlığın bana yaşama inancımı kazandırıp geçmekte olan günlerin değerini hatırlattı.Üzgünüm,her şey için...Nedensiz gidişime nedenler bulmakla uğraşıyorum günlerdir.Derler ya ''Doluya koysam almıyor,boşa koysam dolmuyor.''diye,aynen onu yaşıyorum şu aralar.Gözlerimi kapatıp yaptıklarımı düşünüyorum.Saklambaç oynuyormuşçasına kaçışımı,senin de peşimden gelişini...Seni hep üzdüğümün farkındayım.Bu yüzden arkadaşlığın en doğru yol olabileceğine karar verdim.Yok, yok!O da olmaz sanırım.En iyisi yolları ayırmak olacak.Hoş bir elmanın iki yarısı ayrılsa ne olur ki?
Bu kadar melankoli sana da bana da yeter.Hayatın her şeye rağmen güzel olduğunu unutma.Bak ben de alıştım.Her ne kadar suçlu ben olsam da senin hâlâ beni düşündüğünü ve özlediğini biliyorum.Bazı kelimelerin ağzımdan hep zar zor çıktığını bilirsin.Şu an da sana iki kelime söylemek istiyorum ikimize dair.Bu iki kelime ya bu ikili deliliğe son verecek ya da şansımızla birlikte dünya da bizim için tersine dönecek.Her şeye rağmen uyu ve beni gör rüyanda.Bekle beni, belki bir gün diye umutla...

Tarçın Rengi Hüzün

Yerde ekmek kırıntılarından bir tepecik... Yazdan kalma muhteşem bir günü yaşıyor ununu eleyip eleğini asmış bir ihtiyar olan dünya. Bastonuna dayanmış, ayağa kalkma çabası içerisinde.
Kısacası, dünya mutlu,komutanlar ara vermişler savaşmaya, kızılderili çadırlarında barış çubuğu tüttürülüyor, tek gecede örülen duvarlar yerle bir ediliyor ve çocuklar neşeyle ip atlıyor. Ama o soluk maviye boyanmış bir sükut içerisinde. Az sonra ayrılacak şu ana kadar sahip olduğu her şeyden. Henüz haberi yok bu sebepsiz ve erken ayrılıktan. Yine de gözleri dolu dolu, biliyor sanki başına gelecekleri. Arkadaşlarına son kez bakıyor doya doya ve az sonra diyeceğini bildiği veda sözlerini unutmaya karar veriyor. Son bir şans dileniyor,elde avuçta kalan tek bir parça umut dahi yok .Birkaç dakika önce önüne atılmış ekmek kırıntılarının oluşturduğu tepeciğe bakıyor. Bir zamanlar burun kıvırdığı bu öğün şimdi krallara layık bir yemekmiş gibi geliyor ona.
Veda, işte korktuğu yegâne sözcük. Gözleri dolu dolu bakıyor buradan çok uzaklara. İnsanlar onu düşünemeyen varlıkların grubuna sokmaya çalışıyorlar; oysa o en mantıklı insandan daha iyi kararlar verebiliyor ve hayata karşı daha sağlam durabiliyor. Ne yaparsa yapsın hakettiği değeri bulamıyor hayatta.
Vedaya hazır olduğunu biliyor artık. Günlerdir evdekilerin tuhaf tutumlar içerisinde olmalarını yalnız bu "veda" açıklıyor.
Ensesinden tutup çekiyor bir el. Son kez bakıyor yıllardır yaşadığı evin penceresindeki aksine. İçi burkuluyor ve arkasına dönüp bakıyor son bir kez. Artık veda vaktinin geldiğini anlıyor. Nereye, nasıl, niye gideceğini bilmiyor ve sorgulayamıyor. Sonuçta insanlar hep onun bu aciz yanını sömürüyor. Gidiyor, hasreti çekiyor içine ve gözyaşı salıyor yerine. Gidiyor, ardında neler bıraktığını biliyor; ama arkadakiler neyi yitirdiklerini bilmiyorlar henüz. Tarçın rengi hüzün buram buram hissedilirken, tarçın kokusu yayılıyor uzaktaki bir evden.

Nasırlaşmış Ellerin Ninnisi

Mayhoş kokulu kitapların tozlu sayfalarına gömülmüş yaşlı bir adam. Eskisi kadar iyi göremeyen ve yalnızlığın buzdan soğuk kollarını yüreğinin en derininde hisseden.
Şehrin orta yerinde tüm heybetiyle yükselen bir apartman. Apartmanın çatı katında gözyaşlarına boğulmuş zavallı bir kadın. Belli ki canı sıkkın, bu dünya gibi yorgun ve bıkkın. Saate bakıyor, akreple yelkovan ona inat edermişçesine sinsi sinsi gülümsüyor. Kan çanağına dönmüş gözlerinden, gözyaşına bulanmış rimel akıyor. Gözyaşları da eskisi gibi masum değil, onlar da dünya gibi günden güne kirleniyor.
Kadın, yan odadan gelen ağlama sesini duyunca irkiliveriyor birdenbire. Gözlerini dünyaya açalı henüz birkaç hafta bile olmamış zavallı oğlunu susturmak için çatallaşmış sesiyle unutulmuş bir ninni söylemeye başlıyor. Ninniyi söylerken de gözyaşlarına ve hakim olamıyor, hıçkırıkları bölüyor yinelenen her dizeyi. Henüz öğrenmediği acı bir haberin ağırlığı oturmuş yüreğine. Gözyaşları da tedbiri elden bırakıp boşalıveriyorlar sağnak yağmur misali.
Adamın gözleri dolu dolu oluyor. Elindeki kitaptaki âhenkle dizilmiş acıklı kelimelerden midir üzüntüsü yoksa üzüntüden çok hayata bir sitem midir gözyaşları, bilinmez. Kütüphanecinin yaklaşan adımları yaşlı adamın aniden irkilip başını bir saniyeliğine de olsa kitaptan kaldırmasına ve günden güne uzaklaştığı gündelik yaşama şöyle bir göz atmasına sebep oluyor. Aklına geciktirdiği kitabın cezası geliyor. Günler boyunca elinden bırakamadığı, defalarca yeniden ve doyumsuz bir zevkle keşfettiği kitabın... Cezayı ödeyecek beş kuruşu yok. Onu hayata bağlayan tek şey saman kağıdı ve biraz mürekkep. Ailesini uzun süre önce terk etmiş ve o günden beri neredeyse çaldığı her kapı yüzüne kapanıyor.
Kadın, kapı ziliyle irkiliyor. Gözyaşlarını elinin tersiyle silip aynada son kez gözden geçiriyor kendini. Kapı deliğinden ev sahibinin çatık kaşları görünüyor. Kocası onu terk ettiği günden beri ödeyemediği kira geliyor aklına. Yapacak pek bir şey kalmıyor, çaresiz kapıyı açıyor.
Yaşlı adamı, omzundan tutup çekiyor nasırlaşmış eller. Kendini kütüphanenin heybetli kapısının önünde buluyor. Yere yığılıp kalıyor yorgun bedeni ve hıçkırıklarında kayboluyor küçük bir çocuk misali. Gidecek tek bir yer, çalacak son bir kapı kalıyor. Ona da eli uzanmıyor.
Kadın, zavallı oğluyla birlikte dışarıda buluyor kendini. Kaybedecek bir şeyim kalmadı artık diyor. Mahallede bir telaştır sürüp gidiyor. Biçare gözlerle süzüyor etrafı. Ambulansın siren sesleri ve kucağında deliye dönen oğlunun hıçkırıkları uğulduyor kulağında. Yıllar önce annesinin evinde tanıştığı falcı kadın " Başın sağolsun kızım, annen vefat etmiş. " diyor. Daha sonra yanına annesinin gün arkadaşları geliyor. Yatıştırıcı birkaç kelime söylüyormuşçasına ortalığı velveleye veriyorlar. Kadının başı dönmeye başlıyor ve gözünün önünden annesinin cansız bedenini izleyen çılgın bir kalabalık geçiyor. Başı dönüyor ve ev sahibinin çatık kaşları gözünün önünde, oğlunun sesi kulağında... 
Yaşlı adam yavaşça doğrulup yürümeye başlıyor. Kaybedecek neyim kaldı ki, diye söyleniyor kendi kendine. Derken telefonu çalıyor ve kapkara kelimeler geliyor ahizenin öbür ucundan. Adam, caddenin ortasında yığılıp kalıyor.
Ertesi gün manşetlerde dört kara kelime dalgalanıyor: Baba ve Kızın Buluşması. İkisi için de çalacak bir kapı kalmıyor ya da tüm kapılar onlara açılıyor. Hayatı boyunca birbirini görememiş bu iki insanı ölümü izleyen ölüm kavuşturuyor.

İstanbul'un Sesi

Tepesinde bir martının soluklandığı deniz feneri. Deniz fenerinin arkasında tüm heybetiyle yükselen Süleymaniye. Boğaz'ın kızıllaşan suları ve mehtapta el ele dolaşan iki sevgili. Galata Kulesi ve Kız Kulesi...
Göre göre eskimiş birkaç yüz ve sessizliğin sesine eşlik eden dalgaların uğultusu. Martıların simit kapma yarışı ve İstanbul'un nabız sesleri. Hiçliğin, yalnızlığın, sessizliğin sesi.
Nice yolcu taşımış çilekeş bir geminin yarattığı yapay dalgalar ve İstanbul'a yakışan yapay ve şuh kahkahalar. Denize yansıyan kızıl yakarışlar. Geminin düdüğü, İstanbul'un kahkahaları ve sessizliğin sesi.
Suya yansıyan iki minare ve yüzyılların heybetli bekleyişi. Ağaçların rüzgâra boyun eğip ahenkle dans edişi. Yağmur damlalarının denize karışması ve yağmurdan korunmak için bir şaçak altına sığınmış İstanbul... Denize dalıp çıkan balıkçıl kuşların sesleri, rüzgârın uğultusu ve İstanbul'un dişlerinin gıcırtısı.
Postanenin yıllara direnen gizemi. Sonbaharın insanın içine işleyen kederi. Günün en yoğun saatleri... İstanbul, elinde çantası koşturarak çıkıyor merdivenleri. İstanbul'un zamansız, yorgun ve aceleci adımlarının sesleri.
İçinde türlü türlü insanın yaşadığı bir harabe İstanbul. Yüzyıllardır hunharca tahrip edile edile görkemini kaybetmiş eski bir malikâne aslında. Devrilmiş eski bir koltuk, hangi ağaca ait olduğu bilinmeyen birkaç dal parçası ve bu bitpazarına pek de yakışmayan yemyeşil bir filiz. Aralanmış ahşap bir kapı. Kapının gıcırtısı, gelenlerin çığlıkları ve İstanbul'un misafirperver merhabaları.
Kaydıraktan kayan birkaç çocuk. Arkalarında yükselen heybetli iş hanları ve apartmanlar. İstanbul, pamuk şeker ve kirlenmiş düşler satıyor bağıra bağıra. Çocukların çığlıkları, kirlenmiş düşlerin cızırtıları ve İstanbul'un bağırış çağırışları.
İstanbul'un özgürlüğe kanat çırpışı. Saat kulesinden yükselen sesler. Yağmurdan sonra açan güneş, İstanbul. Balonunu kaçırmış bir çocuğun, İstanbul'un, timsah gözyaşları. Bu yalnız şehrin insanı çıldırtan gürültüleri. Sonsuzluğun, kederin, sessizliğin sesi.
Ağır aksak ilerliyor İstanbul bu Arnavut kaldırımında. Sol elinde etiketlerle dolu eski bir bavul, sağ elinde kırık bir baston. İstanbul'un öksürük sesleri. Sallanan ellerin, uğuldayan rüzgârın, vedanın sesi. Sessizliğin sesi İstanbul.

3 Haziran 2010

Elini tuttuğum ilk gün hâlâ hatırımda,
Bakışlarımızın buluştuğu o ilk an hâlâ en güzel hatıralarım arasında.
Dudaklarımızın kaçamak ama bir o kadar da masum buluşması,
Saatlerce sana şarkılar söyleyişim,
Senin her şarkıyı içten bir hayranlıkla dinleyişin
Ve gözlerimin içine bakıp sımsıcak gülümseyişin,
Yağmur altında tüm aşıklar gibi el ele,göz göze yürüyüşlerimiz
Hepsi, istisnasız tüm hatıralar hâlâ baş ucumda.

Benim olmadığını bilsem de seni sahiplenişim tüm kelimelerimle,
Elimin uzanamadığı anlarda bile aklımda sürekli duran sana kavuşma düşüncesi,
Gözlerimi kapadığımda hayalin karşılamasa da beni,
Her uykudan sana kavuşmuş olarak ayrılışım,
Beni özlemediğini bilsem de akıp giden zamana inat seni bekleyişim,
Hepsi, istisnasız tüm yalanlarım hâlâ baş ucumda.

Var olmadığını bilsem de seni tüm gerçeklerden daha çok sevişim,
Hayal olduğunu bilsem de gerçekleşeceğin anı sabırla
ve heyecanımdan bir nebze bile kaybetmeden bekleyişim,
Yokluğundan varlığına dair nice masallar türetişim,
Hepsi, istisnasız tüm kelimelerim hâlâ baş ucumda.

İstisnasız tüm kelimelerim seni büründürür ete kemiğe
Ve tüm gerçeklerden daha gerçek kavuştururlar seni benim yorgun kalbime.

1 Haziran 2010

Teklif

İçimden geliyor seni sevmek,
Kızgınlığım aşılıyor içimde.
Neden, neden ne yapsan da kızamıyorum sana?
*
İçimden geliyor yalan söylemek,
İnsanlara, onların arasında.
Neden, neden açıklayamıyorum onlara?
*
İçimden geliyor çığlık atmak,
Boşluğa, canım acıdığında.
Neden, neden katlanamıyorum acıtana?
*
İçimden geliyor cesaretimi toplamak,
Korkmamak en zor anımda, teklifimde.
Neden, neden inanamıyorum mutluluğuma?
*
İçimden geliyor seni sevmek,
Kızgınlığım aşılıyor içimde
Neden, neden ne yapsan da kızamıyorum sana?